Enter tuşuna basar basmaz yüzlerce seçenek sıralandı ekranımda. “Yas ile nasıl baş edilir” konusunda yardımcı olan ne çok destek grubu varmış. Yapmam gereken tek şey, rast gele birini seçip açılan sayfadaki bilgileri okumaya başlamaktı ama parmaklarım buz kesmişti sanki. Değil tuşlara basmak, onları kıpırdatamıyordum bile. Psikoloğumun bana bu grupların faydalarından defalarca bahsetmesine rağmen ben hala bir grup sevdiğini kaybetmiş insanla bir araya gelip, konuşup ağlayarak acımızla nasıl başa çıkmayı becerebileceğimiz konusunda oldukça kararsızdım. Kararsız demeyelim, resmen inanmıyordum. Ne o öyle alkolikler toplantısı gibi. Kim ne zaman kimi kaybetti, cenaze nasıldı, onun yokluğu ne demekti, yarattığı boşluk ne seviyedeydi. Tüm bunları tanımadığım insanlarla daire şeklinde oturarak konuşmak tuhaf geliyordu ama denemem de gerekiyordu. Gerçi bu sahneyi ben tamamen seyrettiğim filmlerden hatırladıklarımla kurgulamıştım. Gerçekte bu gruplar nasıl işliyor, sistem nasıl ilerliyor hiçbir fikrim yoktu. Sadece yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ve bu yardım için herkese, her şeye sarılabilirdim.

Birkaç isme tıkladım, istemsizce sayfalarda gezdim, yazılanları yarım yamalak okudum. Genel hatları ile yas grubu olayını anlamaya çalışıyordum. Evcil hayvanını kaybedenler için ayrı bir grup yapmışlar, sonra eşini kaybedenler için ayrı, annesini, babasını, kardeşini kaybedenler için hep ayrı ayrı gruplar kurmuşlar. Grup liderleri de konusunda uzmanlaşmış psikologlar ya da psikiyatr hekimler. Çocuğunu kaybedenler grupları dikkatimi çekti, doğmamış bebek ayrı doğmuş bebek ayrı, çocuk, genç gibi kategorilere ayırmışlar. Birkaç deneyim okumak için bu sitelerden birine girdim. İnsan evladını kaybederse, yas grubuyla çalışarak bunun üstesinden nasıl gelebilir aklım almıyordu. Rastgele seçtiğim rumuzların üzerini tıkladım, yaklaşık on-on beş tane yorum okudum. Tahminimin aksine insanlar çok olumlu şeyler yazmışlardı. Bu grup hayata yeniden tutunmama yardımcı oldu, beni içinde boğulduğum karanlık kuyudan çıkardı, yeni bir hobim var artık, kızımın odasına girebiliyorum gibi türlü türlü yorumlar. Hele bir tanesi, hamileyim yazmış. Tekrar tekrar okudum, nasıl ya! Evlat kaybından sonra tekrar hamile kalmak nasıl olabilir? Bir kere insan nasıl sevişir, nasıl haz alır? İçindekinin ilk kalp atışlarını duyduğunda artık kalbi atmayan ve hiçbir zaman atmayacak olan ölmüş çocuğunun sessizliği huzurunu bozmaz mı? Ben güneşin sıcaklığını yüzümde hissettiğimde bile gülümseyemiyorken, yudumladığım çayın tadını alamıyor, o bayıldığım simidi bile yiyemiyorken, sen nasıl sevişirsin ya, nasıl zevk alemine dalarsın, kalbinin acısını nereye saklarsın be kadın! Kendi kendime iyice sinirlendiğimi fark ettim. Hiç tanımadığım, ‘kayıp hayat’ rumuzuyla yazan kadına bir de okkalı küfür salladım, Oh! Çok iyi geldi. Bunun üzerine daha fazla okumamaya karar verdim. Bana ne milletin yaşadıklarından, sonuçta herkesin kaybı, acısı kendine. Ateş düştüğü yeri yakıyor, bazen kavurup yok ediyor, bazen de kora dönüp için için sönmeden yanmaya, yanarken de insanın kalbini yakmaya devam ediyor. Benimki de o hesap sanki.

Kalbim çok acıyor benim, ama öyle böyle acımak değil. Duvara bakıyorum mesela, gözüm dalıyor bir noktaya, sonra yanaklarımdan yaşlar başlıyor ip gibi süzülmeye. Boğazım düğümleniyor, nefes alamıyorum, yutkunamıyorum da. Su şişem yanımda, görüyorum ama uzanamıyorum. Sanki tüm kaslarım felç geçirmiş gibi, hareket edemiyor, gözlerimi bile kırpamıyorum. Sonra bir an geliyor, kontrolsüzce gözümdeki yaşları siliyorum parmaklarımla, sonra sırayla şişeme ulaşıp bir yudum su alıyorum ağzıma. Suyun tadı nasıl da metalik. Kola kutusundan kalmış su içer gibi, dişlerimi kamaştıran sevimsiz bir metal tadı. Boğazımın o kuraklığı gidince, burnumun tam ucuna gelip akmayan ve sadece içini kaşındıran sümüklerimi siliyorum. Sonra bir yudum metal daha. Midem buruluyor, pis bir öğürme hissi sürekli.

Kadın hamile kalmış yahu! Doğurduğu, can verdiği, canının parçası ölmüş, bu kalkıp yenisini yapma peşinde. Vay be! Yine o metalik tat, kusacağım galiba. Birisi midemin içine çatal saplamış çubuk makarnayı dolar gibi döndürüp duruyor sanki. Saçlarımı yine kalemle toplamışım neyse ki, klozete eğilince sağımdan solumdan sarkıp sinirimi bozmuyor. Damarlarım patlayacak gibi oluyor öğürmekten. Azıcık çıkartabilsem yediklerimi, eminim rahatlayacağım da nerde, benimki sırf öğürme. Hamileyken bile hiç böyle olmamıştım. Ne mide bulantısı ne kusma ne böyle iğrenç iğrenç öğürmeler. Güle oynaya dolu dolu tam kırk hafta geçirdik biz kızımla.

Minnoşum ne yapıyordur şimdi? Üşüyor mu acaba? Güçlü telepatik bağı olan bir anne kızdık biz. Hele o küçükken, ben aklından geçenleri bildiğimde nasıl da şaşırır, o iri kafferengi (kahve rengi diyemezdi) gözlerini kocaman açarak bana hayranlıkla bakardı.

-Anniş, senin gerçekten cadı güçlerin var. Her şeyi biliyorsun.

-Evet ben bir cadıyım ama bu aramızda sır kalmalı. Sakın kimseye söyleme yoksa tüm büyüler bozulur, konsey beni cezalandırır ve biz ayrılmak zorunda kalırız.

Ödü kopardı minnoşumun, kalbi hızlı hızlı atar, sımsıkı bana sarılıp yüzümü severdi.

-Ben seni hep koruyacağım merak etme, bizi kimse ayıramaz. Anneanneme bile söylemem, söz.

Çocuklar ne kadar saf ve temizler değil mi? Büyüdükçe kirli dünyadan nasiplerini almasalar keşke, keşke hepimiz iyi kalsak, temiz kalsak. Keşke benim gerçekten cadı güçlerim olsa da bir iki söz, birkaç damla büyü ile her şeyi hemencecik düzeltebilsem. Bunları düşünürken ellerim yine buz kesti. Damarlarımdaki kan da donmuş olabilir mi acaba? Parmak uçlarımı hissetmiyorum. Bak yine yaşlar süzülüyor yanaklarımdan, bir onlar sıcacık zaten.  Minnoşumun üşümesini mi hissediyorum ben acaba? Bu kadar uzaktayken aramızdaki telepatik bağ işleyebilir mi? Ben de çok üşüyorum bir tanem, sarılabilsem sana keşke, ama benim bedenim de buz gibi, daha çok üşütürüm seni. Gözyaşlarımın sıcaklığı seni sarsın annem, bir tek onlar sıcak, biraz da tuzlu. Kanım mı dondu benim? Damarlarımda hiç hareket yok sanki, kollarımdakiler hele masmavi gözüküyorlar, buz rengi.

Minnoşum yanımda olsaydı, “Anne, sen cadı değil misin? Gir yine battaniyenin altına, ısınma büyüsü yap işte, sen de ben de sıcacık oluruz kısa zamanda.” derdi. Küçükken nedense sıcak su torbasından çok korkardı, ben de onu renkli battaniyeye sarar çaktırmadan onun ayaklarının altına koyardım. Sonra diğer battaniyeyi ya da yorganı kafamızın üzerine çeker, birbirimize sarılıp ısınma büyüsünün etkisini göstermesini beklerdik. O kocaman kafferengi gözlerin bana hayran hayran bakışını ölsem unutamam. Isınma büyüsü yapamam ki şimdi minnoşum. Büyünün işlemesi için senin de yanımda olman gerek. Gözyaşlarım yanaklarımı yakarak süzülmeye devam ediyordu. Vücudumun içindeki sıvılar cehennem gibi sıcaktı. Yanaklarım sert sert silmemden tahriş olmuş gibiydi, yaşlardaki tuz iyice canımı yakmaya başlamıştı, ama durduramıyordum. Kanım dedim yüksek sesle, kanım çok daha sıcak olmalı. Onunla ısınırım, minnoşumu da ısıtabilirim. Gözüme meyve bıçağı ilişti, “azıcık kessem” dedim yine kendi kendime, çok değil kanımın sıcaklığı buzları eritene kadar aksa yeter. Korkma minnoşum, bu da başka bir ısınma büyüsü. İkimiz de artık hiç üşümeyeceğiz.