Özenerek yazdığı ölüm ilanını, bir kez de yüksek sesle okudu. Beğenmedi. Kendi cenaze törenini büyük bir titizlikle planlamaya çalışan Ali Rıza Bey, düğünü için bile bu kadar uğraştığını hatırlamıyordu. Halime Hanım’la evlenirken sadece yakın çevrelerine haber vermişler, öyle davetiye, tören, yemek, kutlama gibi masraf gerektiren hiçbir şey yapmamışlardı. Halime Hanım’ın da eli çok sıkıydı kendisi gibi. Karısı hayattayken, onun çöpe bir lokma yiyecek attığını görmemiş, kimseye eskidiği için elbisesini vermemişti.  Ali Rıza Bey, kahvaltı etmeden bir adım atmazdı sokağa. Kahvaltıda yedikleri her zaman aynıydı. Beşer siyah zeytin, üçer yeşil zeytin, kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir. Mevsimine göre yeşillik. Hafta sonraları bu kahvaltıya, iki küçük parça kaşar peyniri ve yumurta eklenirdi. Sucuk, salam gibi yiyecekler hiç girmezdi evlerine. Kahvaltı sofrasında uzun uzun otururlar, suratsız komşularından, apartmanın bitmeyen sorunlarından, zamlardan, sütün kaynayınca eskisi gibi kaymak tutmadığından, havanın kaç derece soğuduğundan, marketin getirdiği ekmeklerin taze olmadığından, diğer insanların koşuşturma içinde önemsiz saydığı her detaydan konuşurlardı. Kahvaltının ardından, Ali Rıza Bey, muhasebe bürosuna giderdi. Yanında on kişi çalışıyordu ama yine de hep başlarında olurdu. Para, Ali Rıza Bey için hep yönetilmesi gereken bir şey olmuştu. Harcamayı değil biriktirmeyi severdi. Böyle almıştı dört dairesini. Halime Hanım da evde boş oturmaz, günlük temizliğini bitirdikten sonra televizyonun karşısında, bebek takımları, bebek patikleri örer, arkadaşına pazarda satması için verirdi. Satıştan gelen parayla yün almak için Eminönü’ne gider, en ucuza alacağı yerleri iyi bilir, oralardan kocaman torbalara doldurduğu yünleri, kan ter içinde taşıyarak bir belediye otobüsü, bir de minibüs yolculuğundan sonra eve getirirdi. Bebekler için örmeyi severdi Halime Hanım. Kendi çocuğu olmamıştı. İçinde bir burukluk olarak besleyip büyütmüştü analık duygusunu. On beş günde bir Kimsesizler Yurdu’na gidip gönüllü annelik yapardı çocuklara. Yılbaşlarında artan yünlerden yelek örerdi onlar için. Kocası eve geldiğinde yemek mutlaka hazır olurdu. Yemeklerini ağır ağır yerler, sofrayı birlikte kaldırırlardı. Halime Hanım bulaşıkları yıkarken, Ali Rıza Bey haberleri dinler, en çok çocuk ölümlerine üzülürdü. Bulaşıklar bitince Halime Hanım tek lüksümüz dediği şekersiz Türk kahvesini ağır ateşte pişirir, birlikte dizi seyrederlerdi. Birbirlerine hiç bağırmazlar, hiç kavga etmezlerdi. Bu düzenleri hastalığı öğrendikleri güne kadar sürdü gitti. Bir gün çok sancılanıp gittikleri hastanede söylediler Halime Hanım’ın çok az ömrü kaldığını. Karısı kırk sekizindeydi o sırada. Kendisi de elli ikisinde. Halime Hanım, beş ay daha yaşadıktan sonra bir sabah uyanamadı.

Serpil, omuzlarına dökülen saçları fazla genç işi bulup topuz yaptı. Başkalarının ne dediğine pek aldırış etmediğini söylerdi ama son zamanlarda kendini hep böyle düşünürken yakalıyordu. Topladığı saçlarını tekrar açtı, artistler gibi iki yana savurdu. Üzerindekini beğenmedi tekrar dolabına gitti. Dolap; giyinmeyi, gezmeyi, para harcamayı seven bir kişiye aitim diye bağırıyordu. Kocasının kıyafetlerini boşalttığı tarafa daha pek bir şey koyamamıştı. Kardeşi o tarafı boşaltmasa kıyafetleri yerinden çıkarmayı da pek düşünmüyordu aslında. On yıllık evliliklerinde kırmızı çizgiler oluşturmuştu Muammer. Aşırı titizdi. Gömlekleri renklerine hatta tonlarına göre dizilecek, yukarıdan bir, aşağıdan iki düğme iliklenerek asılacak, askılar hep aynı renk olacak ve hepsi aynı yere bakacak. Serpil, yatılı yardımcısı olmasına rağmen kocasının bu taleplerini karşılamakta zorlanıyordu. Elinden pek iş gelmezdi. Üniversitede tanışmışlardı Muammer’le. Çok uzun süren flörtlükten sonra Muammer kendi şirketini kurunca Serpil’de koca parası yemenin zevkini tatmalı diye düşünüp işi bırakmıştı. İşletme diploması artık onun için duvar süsüydü. Evlendiklerinde Serpil yirmi altı yaşındaydı, Muammer de yirmi sekiz. Serpil naylon torba taşıyan kadınlardan olmayacağım demişti kendi kendine. Hatta öyle söz vermişti. On yıl dediği gibi olmuş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamıştı. İşlerin kötü gitmesi, Muammer’in hastalığı ile aynı zamana denk gelmişti. Hastane masrafları, bakıcılar, ilaçlar derken eve başka gelir akmayınca, önce tüm o şatafatlı yaşama sonra da Muammer Bey’e veda etmişti. Bir yıl yasını tutmuş, bir yıl sonra da tekrar çalışmaya başlamıştı. Henüz otuz yedi yaşında yaşamının baharındaydı. İkinci bahar için bile erken yaştasın demişti bir keresinde arkadaşı. Onu evlendirme meraklısı çoktu. Serpil, hangi erkekle arkadaşlık etse, aynı gecenin yatakta sonlanması isteğiyle karşılaştığından, geçen on yılda erkek neslinin evrim geçirdiğine inanmaya başlamıştı. Oysa o kendisine bakacak, rahat ettirecek, hatta kolaylıkla yönetebileceği bir adam arıyordu.

“Eh, işte bu iyi oldu galiba” dedi Ali Rıza Bey. Yine yüksek sesle okudu ilanı. Olabilir dedikten sonra, üzerine on yedi yazıp diğer on altı kâğıdın yanına koydu. Saatine baktı. Öğlene gelmek üzereydi. Masadan kalkıp pencereden dışarıyı seyretti bir süre. Hafta sonları evden dışarı çıkmıyordu. Televizyonu açtı. Sadece sesini duyuyor, akan görüntülere bakmıyordu bile. “Ah, Halime, böyle gidilir mi kuzum” diye konuşmaya başladı kendi kendine. “Dün, senin Kimsesizler Yurdu’ndan çocuklar geldi yine elimi öpmeye. Son yolculuğuna uğurlayamadıkları için hepsi çok üzgün. Cenazeden haberimiz olsaydı mutlaka gelirdik dediler. Ördüğün yelekleri gösterdiler bana. İnan, gözlerim doldu. İyi yapmışın be hanım. Bana neden söylemedin diye düşünüp durdum. Neyse, boş ver artık ne önemi var ki. Sensizlik dayanılmaz oluyor Halime Sultan. Bir an önce geleceğim yanına da benim tahlillerin hepsi çok iyi çıktı. Doktor bey, maşallah maşallah yüz yaşına kadar yaşarsınız siz demez mi? Acelem var doktor, karım bekliyor diyemedim tabi adama. Ölmek isteyen ölmüyor, ölmek istemeyen toparlanıp gidiyor, nasıl bir düzen bu böyle anlamadım ki? Haşa! Bir sözüm yok ama içimden isyan edesim gelmiyor değil. Sana okuduğum son ölüm ilanımı beğendin mi? İçlerinden birini seçmeliyim artık. Ne olur ne olmaz. Senin cenazende, telaşımdan, kimseye haber veremedim, öksüz gibi gittin, dert oldu içime. Bari, ben yanına gelirken kalabalıkla uğurlanayım. Karısına kavuştu adamcağız desinler. Ha! bu arada, sana söylemeyi unuttum, şu İsmet Bey var ya bizim komşu, adamcağız bir ısrar etti, sorma gitsin. Pazar günü onlara gideceğim, hiç sevmem misafirliği, biliyorsun. Kıramadım kendisini. Bir de bir akrabaları mı ne varmış. Benimle tanıştırmak istiyormuş. Ee, artık üç ay oldu Ali Rıza Bey. Senin yaşın benden fazla ama bir kardeş tavsiyesi sana. Bu yaşta bekâr kalınmaz. Sonra kendine nasıl bakarsın ne yer ne içersin. Bir sürü lâf saydı döktü senin anlayacağın. Ne kadar, olmaz öyle şey desem de vazgeçiremedim bir türlü… Sen meraklanma hanım. Bir ayağı çukurda bir adamla zaten kimse ilgilenmez. Bu yaştan sonra, tövbe tövbe.”

Serpil, bluzunun yakasını biraz yukarı doğru topladı. Çok mu açık diye geçirdi içinden. Boynuna bir fular doladı. İsmet eniştesi, onu biriyle tanıştıracağını söylediğinde gönülsüz görünerek peki dedi. Oysa şimdi genç kız gibi heyecanlıydı. Adamın paralı ama cimri olduğunu söylemişti eniştesi. Karısı daha üç ay önce ölmüş. Üç ayda çok erkendi aslında. Kendisi bir yıl matemini tutmuştu kocasının. Birden buz gibi oldu, görmediği adama karşı. Belki de karısını aldatıyordu. İsmet Enişte, yemin billah etmiş yıllardır, Ali Rıza Bey’i tanıdığını, çok namuslu, çok düzgün bir insan olduğunu söylemişti. Adamcağız yalnız olduğu için kendisi zorlamıştı onu bu tanışmaya. Yoksa tabi ki acelesi yoktu adamın. Sonra karısının hastalığı boyunca başucundan bir an olsun ayrılmamış, ona iyi bakmıştı. Vefalı erkek bulmak zor kızım bu zamanda demişti eniştesi. Bir gör bakalım, birbirinizden hoşlanacak mısınız? Şimdi gençlerin dediği gibi elektriğiniz tutacak mı? Sadece bir yemek, bak teyzen de çok hevesli. Ne de olsa sen anneciğinin yadigârısın bize. Öyleydi gerçekten. Ne teyzesini ne de eniştesini kırabilirdi. Annesini genç yaşta kaybedince teyzesi, anne yarısı değil de tam anneymiş gibi kol kanat germişti ona. Bir göreyim ona göre karar veririm diye geçirdi içinden. Şöyle eli açık, gezmeyi tozmayı seven biri olsaydı daha iyi olurdu ama. Boş ver Serpil sen bu adamı yola getirirsin dedi yine aynadaki aksine. Hoş, bakımlı, alımlı bir kadındı. Çocuk doğurmadığı için ne memeleri ne de karnının düzlüğü bozulmuştu. Kendinden hoşnut, paltosunu alıp teyzesine gitmek üzere yola çıktı.

İsmet Bey’e gittiği o pazar gününden sonra, Ali Rıza Bey’i gören mahalleli bir hayli şaşırıyor. O omuzları çökmüş, para harcamaya korkan adam sanki gitmiş, yepyeni bir adam gelmiş. Kıyafetleri, saç tıraşı, hatta yürüyüşü bile değişmiş. Para harcaması da… Köşedeki market son derece memnun bu durumdan. Kasabında keyfine diyecek yok hani. “Karısına üzüntüsünden adamcağız ne yapacağını şaşırdı” diyor bazıları. “Eh, öyle çok birikim yapmışlar ki adam öbür tarafa gitmeden harcamaya çalışıyor” diye yorum yapanlar da var. Bazıları da- tabi kadınlar- “erkek milleti değil mi bulmuştur birini mutlaka” diyor. Ali Rıza Bey’i en son dün akşam balkonda gördüğünü söyleyen marketin oğlu, babasına “Baba ya, Ali Rıza amca elinde tuttuğu kâğıtları saya saya yakıp kovaya attı. On yediye kadar saydı, sonra da kusura bakma Halime’ciğim, dedi. Adamcağız üşütmesin kafayı, sen bir konuş istersen” dedi. Market sahibi bir, içeri giren Ali Rıza Bey’in ıslık çalarak dolaşmasına, bir de şaşkın gözlerle onu izleyen oğluna baktı. “Hayat, ölenle ölünmüyor işte” dedi.