Bu sabah berbat bir kokuyla uyandım. Tıpkı benim sokaktaki kedilerin zehirlendiği o günlerdeki gibi leş kokusu sarmış her yanı. Giriş katlarda oturanların şikâyeti üzerine kadının biri kedileri zehirleyip ölülerini çöp kutularına atınca, günlerce alınmayan çöpler sonunda sokağı, tıpkı buradaki gibi kokutmuştu. Birileri annemin evinin de bulunduğu bu sokaktaki kedileri zehirleyip çöp kutusuna mı atıyor? Merakla kalkıp pencereyi açıyorum. Alışılmış, bilindik kasaba kışının kokusu çarpıyor burnuma. Hiç sevmediğim… Biraz is, biraz sıkıntı, çokça bunaltı. Hayır, içerideki koku bu değil! Kapatıyorum pencereyi, perdeyi çekiyorum.

Evi kıyı bucak elden geçiriyorum. Her köşede sadece bırakılmışlığın sessizliği, terk edilmişliğin ağırlığı var. Hissettiğim, belki de geçmişin bu ağır kokusu.

Annemin ölümünden bu yana geçen dört seneden sonra, buraya ikinci gelişim. Evi eşyasıyla birlikte satışa çıkardım. Emlakçıyla anlaştım, her şeyi planladım. En fazla iki gün içinde bütün işlerimi bitirir dönerim diye düşünmüştüm ama olmadı. On gündür buradayım. Zormuş yaşanmışlıkla bağları koparmak. Elimi değdirdiğim her şey canlanıyor adeta. Farkında olmadan bir hesaplaşmayla baş başa buluyorum kendimi. Kitaplığı gözden geçirirken albümlere rastlamak başlattı hesaplaşmayı. Sanki hızlı adımlarla yürüdüğüm bir sokakta köşeyi dönerken kendimle çarpıştım. Geçen günleri avucuma alıp tek tek dokundum. Çocukluğumu, gençliğimi her şeyi yeniden yaşadım. Fotoğrafların siyah beyaz renklerinde geçmişin yükünü hissettim. Annemin, babamın avucuna hapsedilmiş çocukluğuna tanık oldum. Onun uzun boynunu süsleyen ışıltılı gerdanlığın saklayamadığı kederde kavruldum. O kederin ikimizin arasında açtığı derin yarığa yuvarlandım yeniden. Yaralarımda babamın payını yaşadım acıyla. Albümdeki eski fotoğraflar yüzünden zamanın bizi eriten, yok eden acımasızlığında annemi yeniden kaybettim.

Biliyorum, burada kaldıkça içinden çıkılmaz olacak her şey. Hayatımdaki derin yarıkların, kırılmaların en dibine yuvarlanacağım hiç durmadan. Beni sevgisinden mahrum ederek içimi boşaltan anneme kinim artacak. Uzun zamandır bıraktığım sorgulamalarıma yeniden başlayacağım. Güçsüzlüğünün acısını benden çıkaran annemi bir kez daha affetmeyeceğim. Kararlıyım, bırakıp giderken bütün hesapları kapattığımı düşündüğüm bu evde, eskileri kurcalamayacağım. Kapatacağım albümün kapağını, geçmişimi gömeceğim. İstanbul’a yalnız döneceğim.

Kapının çalmasıyla irkilip seğirtiyorum. Ayağımın takılıyor, albümlerin içindeki yerleştirilmemiş fotoğraflar ortaya saçılıyor. Düşmeyeyim diye tutunmaya çalışırken, kırmızıya boyadığım tırnağım kırılıyor.

Akşam annemin yatak odasını gözden geçirirken, tuvalet malzemelerinin içinde rastladım kullanılmamış kırmızı ojeye. Zamanın durduğu, herkesin birbirini gözetlediği bu kasabada, babamın binbir vaatle hapsettiği bu daracık yaşama, onun en büyük karşı duruşuydu kırmızı oje. İstanbullu gelin olmasının hoş görülen tek ayrıcalığıydı. Benim içinse kişiliğiyle bütünleşen kabullenişinin, yenilgisinin sembolüydü. Onun, babamın ve kasabanın despotluğunda kırmızı ojeleriyle özgürleştiğini sanması, isyankâr yüreğimin yarasıydı. Anneme inat hiç boyamadım tırnaklarımı, hiç uzatmadım o ölünceye dek. Tartışmalarımızın sonunda kendimi banyoya kapatıp hep kestim en diplerinden. Sonra da kazandığım zaferle mutlu oldum gizliden gizliye. Onunsa ellerinden hiç eksik olmadı kırmız oje.

Zilin ısrarla çalmasıyla sıyrılıyorum anılardan. Fotoğrafların üzerlerinden atlayarak kapıya gidiyorum. Karşımda alt dairede oturan komşu. Tehditkâr, hırıltılı sesiyle kaç gündür gürültümden rahatsız olduğunu defalarca dillendirdiğinden, yine aynı şey için geldiğine eminim. “Ne var? Ne yaptım yine?” diyorum.

Her zamanki sorgulayan, dikenli bakışlarını gözlerime dikerek, dişlerinin arasından, “Bu ne koku, senden mi geliyor? Dayanamıyorum!” diye karşılık veriyor. Sesiyle birlikte uykumdan uyandıran pis koku da yüzüme çarpıyor. Nasıl da fark etmemişim, kaynağını içeride aradığım koku apartmandan. Her yana yayılmış.

“Hayır! Benden değil!” deyip çarpıyorum kapıyı.

“Uzun zamandır kapalıydı ev! Belki bir yerlerde bir şeyler ölmüştür, sen yine de bak!” diye bağırıyor inerken. Asabımı bozuyor kadının teklifsizliği. Bir daha asla gelmem dediğim bu kasabaya geldiğim yetmiyormuş gibi işlerimi de planladığım zamanda bitiremedim. Sürekli bir hesaplaşma içindeyim. Üstüne bir de yıllar öncesinden kalma komşuyla uğraşıyorum. Gerginliğim artıyor. Kırıldığı için güdükleşen çirkin görüntülü kırmızı boyalı tırnağım da asabımı bozuyor.

Biraz hava almak iyi gelecek. Üstüme bir şeyler geçirip dışarı atıyorum kendimi. Asansörü beklemeden merdivenlerden iniyorum. İkinci kata geldiğimde merdiven sahanlığına sığmayan bir kalabalıkla karşılaşıyorum. Kokunun yayıldığı söylenen dairenin kapısının önü kalabalık.  Ha bire konuşuyorlar.

“Kadın uzun zamandır yoktu, gelmiş mi?”

“Kokuya bakarsan epey olmuş geleli,”

“Selam bile vermez, kimseyle ilişki kurmazsan olacağı bu! Gülmez, konuşmaz, huysuzun teki, insan kaçkını!”

“Öyle deme komşum, yalnızlık kötü. Allah kimseyi sahipsiz bırakmasın,”

 

“Niye sahipsiz olsun ayol, kızı var ya, hem de pek havalı. Gerçi evlat demeye bin şahit ister. İlgisiz, tatillerde bile gelmiyor. İnsan annesiyle ilgilenmez mi?”

“Haklısın. Anneni de al yanına, değil mi?”

“Ayyy, koku dayanılır gibi değil. Kesin öldü bu kadın!”

Açılan ağızları hiç kapanmayan, apartmanı fısıltılı bir gürültüye boğan bu kalabalık, başlayacak bir gösteride en iyi yeri kapmışların memnuniyetinde, merakla bekleşiyorlar. Gözler kapıya sabitlenmiş, arkasından çıkacak olanın sabırsızlığındalar. Konuşmalarına devam ediyorlar.

“Hatırlıyor musunuz, kaptanın ölüsünü de üç gün sonra bulmuşlardı,”

“Evet, onun da yokluğunu fark etmemiştik,”

“Doğru diyorsun, oğlu erken bulduğundan ölüsü kokmamıştı,”

“Bunun kokusu dayanılmaz, bir an önce kırsalar ya kapıyı, neyi bekliyor yönetici, neredeyse öğle olacak, işimiz gücümüz de kaldı,”

Sabırsız kalabalığı oluşturanların, tek tek yüzlerine bakıyorum. En kötüyü istedikleri her hallerinden belli bu insanların, elleri göğüslerinde kenetli, eylemsiz bekleyişleri kasabadaki donmuş zamanı da açıklıyor. Kendilerine bağışlanmış hayatı yaşamanın yettiği bu yerde, itirazsız, donuk, anlamsız ömürlerinin en önemli gösterisini izlemenin sabırsızlığındalar. Bir an önce kapı açılsın, kokuyu yaymaya sebep olan çürümüşlükte kendi bedenlerinin sağlıklı, yaşayan yanının varlığı kanıtlasın isteğindeler. Başkasının yaşadığı kimsesizliğin ve yok olmanın kendilerinden uzak olacağı inancının sağlamasını yapma telaşındalar. İnsan olduklarını unutmuşlar. Berbat kokunun kendilerinden geldiğinin farkında bile değiller.

Yöneticinin telefonunun çalmasıyla başlar ona dönüyor. Bir telaş açıyor adam, “Yaaa, hay Allah!” sözlerinin ardından hayal kırıklığı yayılıyor yüzüne. Omuzları düşüyor, sönük bakışlar yerleşiyor gözlerine. Kalabalıklar çıkacak sözcüklerin telaşında, meraklı bakışlarını bu kez adamın dudaklarına kilitliyor.

“Komşular! Boşandığı eşine ulaştım, Gülgün Hanım yurtdışındaymış. Evin sigortası bozukmuş, arada bir atıyormuş. Yine öyle bir şey olduysa, buzdolabında geçen kurban bayramından kalma et kokmuştur, demiş. Gün içinde kocası gelip bakacak. Hadi artık dağılalım.”

“Ne yani?” diyor, hırıltılı sivri sesiyle alt kat komşum, “…yani içeride ölü falan yok ha, öyle mi?” diye devam ediyor. Bir iki basamak yukarı çıkıp “Ben çürümüş et kokusu demiştim, ha insan, ha hayvan, ne fark eder, leş leştir!” diyor. Söylene söylene. Mutsuz, karanlık bir suratla merdivenlere yöneliyor ama kalabalığın da sesi olarak “Boşa bekledik!” diye hayıflanıyor basamakları çıkarken. Ötekilerse kokudan bir parçayı yüreklerine sarmalayıp, hayal kırıklığının bozgunluğunu saklayamadıkları yüzle dağılıyorlar. Bu karmaşayı dirseğimle yarıp koşar adım aşağıya inmeye çalışıyorum.

Bir an önce gitmeliyim bu kasabadan. Kırmızı ojeyi silmeliyim tırnaklarımdan. Hapsetmeliyim sonsuz durağanlığındaki bu kasabayı, annemin yasıyla birlikte akmayan zamana. Yas hiç bitmeyecek bir döngü, yaşam da…