Günlerce kafasında kurdu. Yakınlaşmak istedi. Derdine ortak olmak. Yüz çizgilerinden okunan mutsuzluğuna ufak sevinçler katmak. Gelgitler arasında çok bocaladı. Kâh yakınlaştı kâh uzaklaştı. Bu duygudan kurtulmayı çok istedi. Bazen yendi tüm yılgınlıklarını. Kimi kez korktu ve geri çekildi. Adamın eski sevgilisi geldi aklına. Kendini onunla kıyasladı. “Ben onunla yarışamam!” dedi. Kendini onun yerine koymak istemedi. Daha da bol elbiseler içinde sıkı sıkıya sakladı bedenini. Yabancılaştıkça yabancılaştı kendisine. Arzularını görmezlikten geldi. Aslında biliyordu, adamın sevgilisi çekip gitmişti başkasına. Fena terk edilmişti. Huysuz biri olup çıkmıştı. Uzun sürmüş bir yastaydı. Bir türlü kendine gelememişti. Vurgun yemişti en derin yerinden, yüreğinden. Ciğeri yanıyordu, ötesi yoktu.
Kadın bir hayat çaylağıydı. İnsan tanımada hep sınıfta kalmıştı. Acemisiydi modern yaşamların. Dudakları ruju, tırnakları ojeyi, kirpikleri rimeli tanıyalı çok olmamıştı. Yeni yeni konaklıyordu kirpiklerinde bolca atılmış siyah rimel dokunuşları. Bir insan yorgunuydu. Güzel başlayıp kötü biten beraberlikler yorgunu en çok. Biten, yüreğini örseleyen hüzünlü geçmiş sevdalar yorgunuydu. Kapılar üzerine kapanıyordu teker teker, nefes alamıyordu. İçi boşalıyordu, ruhu daralıyordu. Tarifsiz bir eksiklik duygusu içini kemirip duruyordu. O eksik olanı bulup bir türlü yerine koyamıyordu. Uzak durmak istedikçe, yıkıcı sevdalar gelip kendisini buluyordu. Yeni bitmiş sayılırdı poyrazı, lodosu, kara yeli bol son ilişkisi. Hatıraları çok tazeydi ayrılığının. Yoğruluyordu acısında gecede ve gündüzde. Uykular haram olmuştu, kapkaranlık zamanlardaydı. Biraz soluklanmak istiyordu. Hazmetmek yaşadıklarını. Soldurmak istiyordu gönlünde hatıraları. Uzun sürse de yaşamak istiyordu sonuna dek matemini. Çivi çiviyi söksün istemiyordu. Acelesi yoktu. Önünde upuzun bir ömür vardı.
Oysa hayaller ve gerçekler ne kadar farklıydı birbirinden? Kadın bir sabah köhne binanın içine girince karşılaştı aşk diye tanımladığı bir çift gözle. Gözlere vuruldu. Oysaki gözlerin bir anlamı ve farkındalığı yoktu başkalarınca. O gözlerde kimselerin göremediği derin bir yalnızlığı, yoğun bir mutsuzluğu ve tarifsiz bir hüznü gördü o sabah. Yabancısı olmadığı ümitsizlikleri gördü. Aslında o bakışlarda kendini gördü. Kendisinin tuttuğu yası gördü adamın bakışlarında, adım atışlarında. Bakıp gördüğü kendi yenilgileri, sonsuz yalnızlığı, büyük hüsranıydı. İçini dağlayan ayrılık acısıydı. Adamın hüzünleri içindekileriyle tıpkı aynıydı veya onları tamamlıyordu sanki. Karşılıklı oturup birbirlerinin gözlerinin içine bakmaları yeterdi, konuşmalarına gerek kalmazdı anlamak için birbirlerini. Gözler konuşurdu kendi dillerinde ve anlaşırlardı aralarında. Sözlere hiç gerek olmazdı. Kendi yasını unutabilirdi, adamın elinden tutabilirdi.
Gün içinde onlarca kez önünden geçip geçiyordu adam. Bir defa bile başını çevirip kadından yana bakmadan. Kadınla arasında oysa sadece ahşap bir banko vardı. Her geçtiğinde uzaktan ayak seslerini duyup hazır ediyordu bakışlarını görmek için adamı. Diğer anlardaysa oturup masasında, birkaç adım ötesinde, odasında tek başına çalışan, mutsuz adamı düşünüyordu. Kimi kez türlü bahanelerle adamın odasına gidiyordu. Ona sımsıkı sarılıp, güzel sözler söylemek istiyordu. Biraz ümit vermek istiyordu yarına dair. İçinde zapt edilmez bir istek vardı. Bir anne şefkatiyle, bir sevgili içtenliğiyle, bir dost yakınlığıyla adamı kollarıyla sarıp sarmalamak istiyordu. Derdine derman olmak. Beceremedi. Korktu hep. Adamın gözlerine baktı. Boşuna bir davet aradı o yorgun bakışlarda. Korktu. Yanılmış olduğunu düşündü. Aldatmış mıydı kendisini bakışları adamın? Günlerce, adamın önünden telaşla gidiş gelişlerini izledi. Saçlarını kısacık kestirip geldiği bir sabah “eyvah!” dedi, “işte şimdi ayvayı yedim!” Çok kötü oldu. İçinde başka bir fırtına başladı. Felaketi olacaktı adam, bunu artık biliyordu. Adam artık vazgeçemeyeceği bir tutkuydu. Ok atılmıştı, menzilin ıskalanması asla mümkün değildi.
Bir akşam iş yerinden aynı saatte çıktılar. Adam tesadüf sandı. Kadın bilerek oyalanmıştı oysa işten çıkmadan önce. Kulağı adamın ayak seslerinde, üst üste girip çıkmıştı tuvalete, kimsenin olmadığı odalara. Elinde içi boş bir dosya, sanki bırakması gereken yeri unutmuş da, bir bürodan çıkıp diğerine giriyordu kulakları hep adamın ayak seslerinde. Adam odasının kapısını çektiğinde kadın fırlayıp önden inmişti merdivenleri. Biraz girişte oyalanmıştı. Panodaki ilanları okumuştu. Göz ucuyla dikizlediği merdivenlerden indiğini görünce, hızlıca büyük avluyu geçip ana çıkışa varmıştı. Defalarca deneyip ilk defa denk düşürmüştü. Ana caddeye açılan binanın merdivenlerinde durmuş, önünden geçip gidenlere bakmaya koyulmuştu. Ne yöne gideceğini bilmez bir halde ezberlediği ayak seslerinin yaklaşmasını bekleyerek.
“Ne yapacaksın şimdi?” gibisinden bir şeyler sordu adam; merdivenlerin başında öylesine etrafa bakarken bulduğu kadına.
“Bilmiyorum, herhalde eve giderim” türündendi kadının yanıtı.
Bir kadın. Bir adam. Bir kent. Bir semt. Bir ev. Beraber geçirilen akşamlar. Yaşanan mutluluklar. Umulmadık mutsuzluklar. Apansızın gelen ayrılıklar. Kadının bir gün adamdan ayrılması gerektiğini düşünerek hüzünlenmeleri. Yaşanan yoğun karamsarlıklar. Suratların asılması. Yaşanılan sıkıntılar. Ümitler. Ümitsizlikler. Yalnızlıklar, hüzünlere boğulduğu geceler. Küsmeler. Alıp başını gitmeler. Geri dönmeler. Barışmalar. Çabucak duyulan pişmanlıklar. Gidebilmeyi istemeler. Direnmeler. Unutmaya çalışmalar. Unutamamalar. Anlamalar aylar sonra bir yeniden buluşma anında. Kolay olmayacağını vazgeçmelerin. Karşısında dizlerinin bağının çözülmesi. Gitmeye henüz hazır olmadığı gerçeği. Adamın kayıtsızlığı. Rahatlığı. Adam kaçan, kadın kovalayan. Geçip giderken zaman. Kadının ruhu mengenelerde. Henüz hazır değil, biliyor yasını tutmaya yeni bir ayrılığın.
Ne yaptıysa kadın beceremedi bir çift gözde yaşadığı tutsaklıktan kurtulmayı. Kolayca kopabilmeyi. Çok uğraştı. Çok yoruldu. Hep çekip gitmek istedi. Ansızın her şey bitsin, hiç yaşanmamış gibi olsun. Yarını olmayan bir sevda orada öylesine bitsin. Uzun sürmedi. Hikâyenin sonu diğer tüm yitik seviler gibi oldu. Adam âşık oldu mu? Kadın bunu hiç mi hiç bilmedi. Adam da bilmedi kadının kendisine çok önceden tutulmuş olduğunu. Sandı ki aşkı kendisi yarattı. Anlamadı bir çift gözde, kısa kesilmiş bir saçta bir sabah başlayan fırtınayı.
Apansızın ayrılık geldiğinde, zaman küstü, gün küstü, doğa küstü. Adam gitti bir başka aşka ve mutluluğa. Kadın kaldı tek başına kendi köşesinde. Bir daha yüreğinin böyle deli gibi çarpmayacağını düşünerek ölesiye mutsuz oldu. Gün özlem oldu yeniden. An acı oldu. Saat keder oldu. Onca acılar gönlünü delice yakar oldu. Gecelerde uyandı. Resimlerle konuştu. Delirdiğine kanaat getirdi. Ayrılık çok ağır geldi bu defa. Bir insanın kederden göğsü ağrır mıymış? Ağrıdı. İçi kurudu tümden, kavruldu. Ayrılık acısından yorgun düştü. Sadece ümitsizlikler yağıyordu. Bilmesine rağmen bir gün tekrar ayağa kalkıp yeniden bir başkasını seveceğini. İçi çok yanıyordu, tümden kurudu ve kavruldu. Sandı ki çok farklıydı bu defa. Kederinden ölecekti. Yası bir türlü bitmek bilmiyordu. Yüreğinde hep matem çiçekleri, dolanıp durdu aylarca kalabalık caddelerde ve sokaklarda, yağmurların ıslattığı tenha yollarda.
Bir sabah uyandı. Yüreği hafiflemişti. Bitmişti keder, acı, öfke, çaresizlik, yalnızlık. Güneşler açmıştı yeniden yüreğinde. Giden özlenmiyordu artık. Tatlı bir hatıraydı yaşadıklarından. Bitmişti matemi nihayet. Yüreğinden atmıştı solmuş ve kurumuş matem çiçeklerini. Gülümsedi içtenlikle ve “vakti geldi artık ” dedi, “yeniden gönülde konuk etmenin kırmızı, mor, mavi açan çiçeklerin yeni sahibini…”