Tren, istasyondan ağır ağır hareket ettiğinde, camdan yansıyan siluetim bile bana yabancı geldi. Saçlarımı toplamayı yine unutmuştum. Belki de bilinçli bir unutmaydı. Umursamamayı seçmek, görünmemeyi garantilemek gibi. Gözlüğümün lekelenmiş camını silmeye üşendim. Kimi görecektim zaten? Ya da beni kim görecekti ki? Belki de silmekten korktum. Lekeler gidince geriye ne kalacaktı?
Yolculuğun başında vagonlar genellikle sessiz olur. Kimse kimseye bakmaz; herkes ya telefonda ya da içindedir. Ben de içimdeydim. Sol elimi montumun sürekli çekiştirdiğim kolundan çıkardım, serin cama dayadım. Yanık izi hâlâ oradaydı. Spiral gibi. Ortası belirgin, dışa doğru kıvrılarak silikleşen, sanki biri parmağıyla tenimin içine kazımış gibi.
O geceyi düşündüğümde önce koku gelir. Yanık tahta… kumaş… saç… Her biri ayrı bir pişmanlık katmanı. Üst üste binmiş, iç içe geçmiş dumanlar. Babam hep sigara içerdi. O gece de içmişti. Uyurken rüzgârdan devrilen mum oyuncak kutumun içine düşmüştü. Sese uyandım ama hiçbir şey yapmadım. Sadece peluş köpeğimin ve tahta çiftlik evimin alev alışını kıpırdamadan izledim.
Babam, yangının benim yüzümden çıktığını kimseye söylemedi. Küçüktüm. Suç taşıyamayacak yaştaydım. Ama işte bu leke, taşımaya mecbur kalmış bir çocuğun hatırasıydı.
Vagonun kapısı açıldı, görevli içeri girdi. Biletimi uzattım. Adam, yüzüme bile bakmadan bir sonraki vagona geçti. Ceketindeki isimlik gözümden kaçmadı: Murat.
Bir titreme geçti içimden. Tesadüf diye geçiştirdim. Bir tek babamın adı Murat olamazdı ya. Ama içimde bir yer ürperdi. Üşümedim, tam tersi ılık bir sızı hissettim kalbimde.
Tren, sıradaki istasyona yaklaşırken anons sesi yankılandı:
“Sıradaki durak: Yıldız.”
Yutkundum. Önce babam, sonra annem. Sırada kim var? Bir de Defne yaprağı mı göreceğim? Kurumuş, yanmış, kendini tanıyamayan hâliyle. Annemle babam bana ne demek istiyorlar. Onlar beni görüyor demek. Gözlüğümün buğusu rahatsız etmeye başladı artık. Silinmeyen izler gibi yapıştı şu leke cama.
Of! Sırası mıydı şimdi tünele girmenin? Camı silsem ne olacak, ardında sadece karanlık var şimdi. Trenin ışıkları neden yanmıyor? Tünel. Kendi yansımam belirdi sanki gözlüğümde. İçime baktım, göremedim bir şey. O da karanlık. Anne… Baba… Bu tren nereye gidiyor? Neden şimdi geldiniz?
Tren sarsılarak durdu. Ne bir anons geldi ne bir açıklama. Sadece karanlık. Işıklar önce kısık kısık yanıp söndü, sonra tamamen söndü. Vagonun içi siyaha gömüldü. Dışarısı mı daha karanlıktı, içim mi, karar veremedim. Sanki tren değil, ben durmuşum gibi.
Sağ elimin tersiyle camı yokladım, geri çektiğimde yangının izi camda kalmış gibiydi. Aynı leke. Aynı çizgiler. Karanlığın içinde yalnızca onu seçebiliyordum.
Koridordan biri geçti sanırım. Belki de hayal ettim. Gözlüklerimin camları temizdi ama hâlâ flu her şey. İçim gibi.
Bir kıpırtı hissettim yanımda. Göz ucuyla baktım. Boş olan koltuk doluydu şimdi. Başını eğmiş biri oturuyordu, elleri dizlerinde birleşmiş. Kıyafeti… tanıdıktı. Üzerindeki kaban, kolları kıvrılmış. Aynı yaka dikişi, aynı koyu gri ton. Kendi üstüme bakmaya çekindim. Aynıydık. Aynıydım.
Saçlarını gelişigüzel toplamıştı. Ama tokanın şekli, rengi, üzerindeki minik çatlak… Yangın çıktığında saçımı tutturmaya çalıştığım ama düşüp kaybolan toka. Boğazımda bir şey düğümlendi. Kadın, henüz ağzını bile açmadan bana geçmişi fısıldamaya başlamıştı.
Ve… sol elinin üstünde…
Spiral.
Aynı iz.
Donakaldım. Nefesim içimde takılı kaldı. Ne aldığım nefesi verebildim ne yenisini içime çekebildim. Sadece yutkundum.
“Benimki de sol elimde,” dedi. Sesi alçak, neredeyse fısıltıydı. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Parmağıyla izin üzerinden geçti, sanki yıllardır oradaymış gibi.
“Ama seninkinden daha derin.”
‘Nasıl?’ diye fısıldadım.
“Çünkü ben yangını durdurmaya çalıştım.”
Gözlerimi kaçırdım.
“O geceyi hatırlıyor musun?”
“Hangi gece?”
“Annenin öldüğü gece.”
Bacaklarımın titrediğini hissettim. Durdurmak için ellerimi dizlerimin üzerine koyup iyice bastırdım. Titrememi değil de geçmişin sesini bastırmak ister gibi. Sustu. Ben de öyle. Sanki konuşursam, her şey yeniden alev alacaktı. Bu vagonda her kelime, havaya karışır karışmaz ağırlaşıyor, üzerime çöküyordu.
Sonunda, “Sen kimsin?” diyebildim cılız bir ses tonuyla.
Omuzlarını silkti. Kafasını çevirdi. Sadece baktı bana. Gözlerime dolan o tanıdık yabancılık. Ne oluyor böyle?
Işıklar cızırdayarak yanıp sönmeye başladı. Yanımdaki kadının gözleri karanlıkta belirip belirip kayboluyordu. Ama o bakış. Sanki yıllardır aynaya her baktığımda gördüğüm, ama hiç tanıyamadığım ben.
Babam sustu. O gece konuşmadığı gibi sonraki günlerde de ağzını açmadı. Sadece beni alnımdan öptü ve susmaya başladı. Hapiste sustu. Yıllarca susarak yaşadı dört duvar arasında. Kalbi dayanamayıp nefesi tamamen sustuğunda ise ben yanında yoktum. Babam hep sustu. O sustuğu için ben yaşadım. Ben de hep sustuğum için o öldü.
Işıklar bir kez daha titredi. Bu kez daha uzun… sonra bir anda her şey normale döndü. Tren ağır ağır ilerlemeye başladı. Tünelin içinden çıkarken gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Gözlüğüm nemden buğulandı. Camda kendi yansımam vardı artık, tek başına, yapayalnız bir yansıma. Yan koltuk boştu. Bomboş.
Koltuğun kumaşı hâlâ sıcaktı sanki. Ya da ben öyle sandım. Elimi uzattım, parmak uçlarım boşluğu yokladı. Tokayı aradı gözlerim. Saçları aradı. Spiral izini aradım. Ama hiçbir şey yoktu. Sadece ben.
Kondüktör yeniden vagona girdi. Yanıma yaklaştı.
“Bir şey mi oldu hanımefendi? Solgun görünüyorsunuz.”
Sesi dikkatliydi ama bakışlarında alışılmış bir yorgunluk vardı. Ne merak ne endişe. Sadece görevini yapan bir memur. İsimliği yoktu.
“Yalnız mı seyahat ediyorsunuz?”
Hemen cevap veremedim. Gözüm hâlâ yan koltuktaydı. Emin olamıyordum. Bir an, sadece kısa bir an için, o kadınla konuştuğuma yemin edebilirdim. Oradaydı. Vardı. Hâlâ var gibi.
“Yalnızım,” dedim sonunda başımla da onaylayarak.
Sesimin çoğu boğazımda kalmış gibiydi. Görevli cevabımı tam olarak duyamadı muhtemelen. Sadece başıyla beni selamlayıp ilerledi.
Koltukta tek başıma oturuyordum. Camdan dışarı baktım. Güneş kırık çizgilerle yüzümü kesiyordu.
Sağ elimin üzerindeki yanık izim yine cama yansımıştı. Ama bu defa hareket ediyor gibiydi. Spiral, dönüyordu. İçe doğru değil ama dışa dışa. Kapanmak değil, açılmak için. Belki de leke bir iz değil, bir kapıydı. Geçmişe değil, kendime açılan.