Kısacık boyundan incecik kollarından beklenmeyen bir kuvvet vardı Hacer’de. Füsun Hanım’ın salonundaki kırk yıllık koltukları oradan oraya çekiştirip altlarını silerken nefes nefese kalacağına bir yandan da şarkı söylüyordu. “Zeytin gözlüm sana meylim nedendir, bu sevmenin kabahati kimdedir?”
Emekli bankacı Füsun Hanım elinde neskafeler ve kremalı bisküvilerle salona girince Hacer camı kapattı. Cereyanda kalıp “terini üşütmekten” çok korkardı. Gül kurusu rengi kadife kaplı koltuklara oturmayıp, yere orta sehpanın yanına bağdaş kurdu. Ev sahibi hanım kalın parmakları ve tombul elleriyle tuttuğu leopar desenli plastik tepsiyi yavaşça bıraktı.
“Sağol abla, eline sağlık kesene bereket,” dedi Hacer. Saçındaki lastik tokayı çıkarıp at kuyruğunu yeniden toplarken bir yandan da etrafa göz gezdiriyordu.
“Füsun abla hayırdır bu boyalar bu fırçalar ne böyle? Resme mi başlayacaksın yoksa?”
“Aa evet geçen geldiğinde söyledim ben sana, ama unuttun herhalde. Resim kursuna gidiyorum ben, hatta bu hafta ödevim bile var.”
“Ne ödevi abla?”
“Van Gogh diye çok meşhur bir ressam var. Onun akıl hastanesinde yatarken yaptığı zeytin ağacı resimleri var, onları inceleyeceğiz.”
“Yazık abla bu ressam tayfası da eninde sonunda psikolocik rahatsız oluyor hep, değil mi? Biri daha vardı, hani sinirden ne yaptığını bilmeyip kendi kulağını kesmiş…”
“Aferin kız Hacer her şeyden de haberin var. Bu, o adam işte. Kulağını kestikten sonra akıl hastanesine yatırmışlar.”Hacer kremalı bisküviyi yarısına kadar kahveye batırıp tek hamlede ağzına attı.
“Abla Allah şaşırtmasın, akıl en büyük zenginlik,” dedi ve devam etti,
“Bizim de köyde babamın evinde bir zeytin ağacımız vardı. Zeytin ağacı başka oluyor abla. Bu ağaç yüz yaşında derdi halam, daha o zamanlar. Ben de çocuk aklımla tövbe estağfurullah, o zeytin ağacını ermişlerden ululardan bir dede olarak bellemiştim. Sırtımı dayar bazen sevincimi bazen kederimi anlatır sonra da kulağımı yapıştırıp bir cevap beklerdim.”
“Ah Hacer, okutsalarmış sende çok cevher varmış kızım. Ne güzel anlatıyorsun.”
Hacer ayağa kalkarken eliyle “geçti o işler” anlamında bir hareket yaptı. Tepsiyi ve kahve bardaklarını mutfağa taşıdı. Yıkayıp bulaşıklığa kapadı. Salona geri döndüğünde Füsun Hanım telefonda konuşuyordu. Hacer, büfenin tozunu almak için masanın arkasından dolaşırken Füsun Hanım’ın bilgisayar ekranındaki resme gözü kaydı. Baktı… Baktı… Yüzüne bir gölge düşer gibi oldu. İçinden fısır fısır dualar edip salonun öbür köşesine, zigon sehpalara yöneldi.
“Ne oldu Hacercim, beğenmedin mi Van Gogh’un zeytin ağaçlarını?”
“Abla söylemeyeyim söylemeyeyim diyorum ama, böyle zeytin ağacı mı olur? Çok dertliymiş, kafası çok doluymuş sizin bu Fankok’un. Böyle zeytin ağacı çizen adam kulağını da keser başka şey de yapar Allah korusun. Hiç mi dostu akrabası yokmuş koskoca ressamın? Bu derece kafayı bozana kadar, alsalarmış azıcık gezdirselermiş, eyleselermiş.”
Füsun Hanım ekrandan başını kaldırdı, yakın gözlüklerini çıkarıp elindeki toz bezini sağa sola savurup sinirli sinirli söylenen kısa boylu ince kollu çakma Adidas eşofmanlı Hacer’e baktı. “Evime temizliğe gelen kadın, Van Gogh’un psikolojik sorunlarına yakınlarının yeterince ilgi göstermemiş olması ile ilgili teessüflerini paylaşıyor şu an benimle,” diye düşündü. Gülümsedi.
“Ne oldu Füsun abla? Ne geldi aklına?”
“Hacer, ne düşündüm biliyor musun? Keşke mümkün olsa, seninle babanın köydeki evine gitsek. Ben bahçedeki ermiş zeytin ağacının resmini yapsam. Sen de dayasan sırtını, Fankok’un neşesini kederini anlatsan.”
Rahatsız edici bir sessizliğin ardından iki kadının da gözleri doldu. Önce toparlanan Hacer oldu.
“Abla yatak odasından tansiyon aletini getireyim de tansiyonlarımıza bakalım, iyi değiliz biz, Fankok’un zeytinleri dokundu bize.” Koridorun sonundaki odaya doğru giderken söylediği şarkıyı Füsun Hanım oturduğu yerden gayet net duyuyordu,
“Zeytin gözlüm sana meylim nedendir, bu sevmenin kabahati kimdedir?”