Muratpaşa merkeze geldiğimizde minibüsten indik Demet’le. Şoförün yol boyunca aynadan bizi dikizlemesine iki laf çakasım vardı ama akşam akşam başımıza iş almayalım diye bir şey demedim. Neyse… Antalya’nın akşam serinliği(!) gündüzün dayanılmaz sıcaklığını katlanılır kılıyor bir nebze. 2019 yılında gazetelerde, televizyonlarda günlerce konuşulan on bir yaşındaki kızının önünde bir lokantada kocası tarafından bıçaklanan Emine Bulut cinayetinden sonra, tesadüfen, anıtı bir günlüğüne siyah örtüyle kapatıp sessiz protesto yapılacağını okuduğumda öğrenmiştim Al Yazma Anıtı’nın varlığını. Hazır Antalya’ya gelmişken anıtı görmek isteyince Demet’i de sonrasında bir bara gideriz diye zorla ikna ettim. Cafcaflı merkezden anıtın olduğu parka doğru yürürken sessizleşen sokakları, kaybolan dükkanları görünce “ne işimiz var buralarda” diye başımın etini yedi Demet. Sanki sevgilisinin attığı tokat yüzünden apar topar beni Antalya’ya, Rus turistlerin kaynadığı, havuzlu, plajlı, karaktersiz devasa binalardan oluşan, bilmem kaç yüz odalı, her şey dahil tatil köylerinden birine getiren o değil! Şirketten son dakika nasıl müdürüme yalvar yakar, yalan dolan izin aldım soran yok. Ay, bir de salya sümük Halil bana tokat attı diye. Ben olsam ağlamadan zırlamadan çakıverirdim bir tane gerisin geri. Sonra da ceketimi alıp çıkar, bir daha da yüzüne bakmazdım. Ne yaparsın ki, bizim kız salak! Tokattan hemen sonra tatile çıkmış ki, Halil bunu kıskansın, bitirdi diye korksun, yaptığından pişman olsun, bir daha yapmasın. Onun için instagramına boy boy resim koyuyor plajdan falan. Te Allahım!
Demet mızmızlanadursun ben üç-dört katlı, beyaz boyalı binaların arasından kaybolduk mu acaba diye etrafıma bakına bakına yürürken az ötemizdeki ağaçların ardından göğe süzülen bir ışık huzmesi gördüm. Karanlıkta gökyüzüne yayılan, sanki delikli bu huzme bile insanı kendine çekmeye yeterli. Al Yazma Anıtı’nın varlığını keşfettiğim zaman okumuştum. Anıtı tasarlayan Prof. Meriç Hızal, anıtın üzerine belli bir dönem aralığında namus ve töre cinayetine kurban giden 476 kadının adlarını ve bulundukları şehirleri, olayların gerçekleştiği tarihe göre en eskisi altta olmak üzere alttan yukarı doğru dekupe edildiğini, geceleri anıtın içine konan projektörlerle bu kadınların isimlerinin ve hikâyelerinin göğe salınacağını anlatmış bir röportajında. İsimlerin tarih sırasına göre alttan başlayıp yukarı yazılması seçimini de unutulacaklarını simgelemek için yaptığını söylemiş. Ne kadar doğru! Kaçımız hatırlıyor bu kadınları? Ancak aileleri… Okuduklarımdan çok etkilenip burayı kesinlikle görmeliyim diye yazmıştım aklımın bir köşesine. Kısmet bu güneymiş!
Işığa doğru yürüyünce kırmızı renkte, kanatları üçgen formunda, üzerinde isimler yazılı, içi boş, tek tarafı açık piramitimsi bir anıtla karşılaşıyor insan. Basamaklarla çıkılan siyah mermer bir kaidenin üzerine oturtulmuş. Gene okuduğuma göre, bu içi boş üçgen sahipsiz bir yazmayı, kırmızı renk ise kadını ve cinayeti simgeliyormuş. Karanlıkta simsiyah mermerin üzerine düşen isimler topluluğu siyah renkle birleşince tüm bu kadınların yitip giden düşlerinin karanlığa gömüldüğü duygusu kaplıyor beni. Hayalleri var mıydı bu kadınların? Neden olmasın. Basamaklardan çıkıp anıtın içine girince o isimler ellerime, yüzüme, bedenime düşüyorlar. Hareket ettikçe isimler değişiyor ancak bedenimdeki yansımaları aynı. Gözlerimi kapatıyorum. Birbirine karışmış bir çok ses çınlıyor kulağımda. Sanki her biri kendi çaresizliğini, yalnızlığını anlatmak istiyor. Ürperiyorum. Gerçekten bu kadar çaresiz miydi bu kadınlar? Bu kadar yalnız… Ev hanımı olan annemi düşünüyorum. Aman her şeyden önce eline bir meslek al, diye ısrar edişini. İlçenin en iyi lisesinde okutmasına rağmen büyük şehirde diye üniversite okutmaya yanaşmayan babamla, bir çok bağırtı çağırtıyı göze alarak, hayatında hiç bir şey için mücadele etmediği kadar mücadele edişini. Hiç fark etmesem de acaba annem de kapana kısılmış mıydı? Onun da gerçekleşmemiş hayalleri vardı belki de. Fiziken öldürmemişti babam onu ama ruhen öldürmüş müydü? Bize lezzetli yemekler yapan, evi derli toplu tutan, hastalandığımızda bakan kadından ötesi miydi annem? Babam mı yoksa toplum mu yok etmişti annemi. Bu kadınları?
-Üff, hadi gidelim artık, diye söylenmesiyle Demet’in, düşüncelerimden sıyrılıyorum.
-Evet, çok üzücü ama burada isimleri yazılı kadınların eminim hepsi ve eşleri, abileri her neyse hepsi cahildi. Kadınlar da çanak tutuyor bunlara. Eğitim lazım, eğitim, diyor çok bilmiş bir tavırla.
Ağzımı açıp bir şey söyleyecek oluyorum ama daha bir kaç gün önce ODTÜ mezunu mühendis sevgilisinden tokat yemiş ama hâlâ onunla birlikte olmayı hatta evlenmeyi düşünen çocukluk arkadaşıma bir şey anlatmanın imkânsızlığıyla susmayı tercih ediyorum. Zemine yansıyan isimlerden net okunabilenleri daha sonra incelemek için telefonuma kaydetmek istiyorum: Gonca Özkan – Nural Özkan – Van ( akrabalar? kardeşler? Ana-kız?) , Deniz Yılmaz-Kayseri, Hatun Sürücü- Berlin. Hatun Sürücü ismi bana nasılsa tanıdık. Hatırladım, filmi çekilmişti bu cinayetin. Sinemalarda oynamış mıydı? Sanmıyorum. Benim internette önüme çıkmıştı film. Türkiye’deki kuzeniyle Almanya’da yaşayan bir Türk ailesinin kızı Hatun’u evlendiriyorlar. Kuzen bunu dövüyor diye hamile haliyle Almanya’ya ailesinin yanına dönüyor ve boşanıyor. Aile boşanmış ve çocuklu olduğu için özgürlüğünü iyice kısıtlıyorlar, çalışmasına izin vermiyorlar. Çocuğuyla evi terk ediyor, meslek öğreniyor. İş buluyor ve Alman bir sevgilisi oluyor. Aile bunları öğrenince en küçük erkek kardeş aile şerefini korumak için sokak ortasında vuruyor yirmi üç yaşındaki Hatun’u. Her ne kadar gerçek olay diye yazsa da gerçekliğine inanamıştım. Demek ki, medeni ülkede yaşamak da fark ettirmiyor. İnsanoğlunun genetiğinde var şiddet. Erkek milletinin köküne kibrit suyu dökeceksin, bak kalıyor mu şiddet middet!
Demet son derece sıkılmış, söylenip duruyor,
-Yeter ya, gidelim artık. İçim karardı burada. Gidip bir şeyler içelim. Kararmaya mı geldik, tatile mi?
Bir kere de gündüz vakti gelmek niyetiyle takılıyorum Demet’in peşine. Sadece konutların bulunduğu sessiz, az aydınlatılmış bu bölgeden canlı merkeze doğru yürüyoruz. Demet’e yetişmekte zorlanıyorum, öyle hızlı yürüyor,
-Hadi yürü, yürü. Çıkalım bir an evvel buradan, kalabalığa karışalım. Ne olur ne olmaz, diyerek çekiştiriyor beni.
Barlar sokağının müzikli, gürültülü, renkli dünyasına girdiğimizde o tedirgin, sıkıntılı yüzü değişip neşe içinde etrafa gülücükler dağıtıyor arkadaşım. Karşımızdan gelen iki genç tam yanımızdan geçerken bir tanesi pandik atıveriyor kıçıma. Donup kalıyorum. Anıtta adları yazılı kadınların çaresizliği akıyor üstüme. Geçip giderken havada asılı kalan kahkahalarının yarattığı kıpkırmızı öfke yakıyor içimi. Arkalarından çıkmayan sesimle bağırıyorum.