Sabahın altısında şak diye açıldı gardırop kapakları. İçindeki led ışıklar otomatik yandı. Kör karanlıkta gündüz gibi aydınlanmıştı dolabın içi. Çiğdem şöyle bir bakındı, hava soğuktu, canı hiçbir şey giymek istemiyordu ki bir de seçsindi… “Öf ya!” dedi, “yine pazartesi… Sıçim böyle işin içine. Şu saatte ayaktayız. Tavuklar bile uykuda. Karanlıkta git karanlıkta gel. Alamadılar şu saatleri bi geri,” diye söylendi. 

Eli sarı elbiseye gitti. Sonra vazgeçti. “Olmaz, toplantı var,” diye düşündü. Elbise askılarını ince zarif eliyle, ileri geri oynatıp arandı. Siyah deri etek çarptı gözüne. “Evet!” dedi “bu olabilir, hem şık hem sıcak tutar.” Üstüne diye düşünüp gözlerini dolapta gezdirirken, en dipteki kırmızı deri cekete kilitlenip kaldı gözleri aniden. Yüzüne bir hüzün çöktü, dalıp gitti… Kulaklarında bir şarkı yankılanıyordu durmadan: 

Beni unutma, unutma, beni unutma

Bilirsin unutulmak dokunur ya her insana

Birden boşanan yaşlara hâkim olamadı. Elinin tersiyle sildi yavaşça. Kafasını iki yana sallasa da beyninde dönen şarkı susmak bilmiyordu: 

Sen de kendi payından bir hatıra seç

Ve o ben olayım unutma, beni unutma

Kırmızı deri cekete uzandı, yavaşça çekip çıkardı askısından, geri geri giderek yatağın üzerine çöktü adeta. Ceketi göğsüne sıkı sıkı bastırmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, şimdi. “Yapma!” dedi içinden, “unut gitsin artık, o çoktan unuttu seni, kendi yoluna bak!”

Ne güzel geçmişti o dört koca unutulmaz yıl. Rüyaydı belki de… Kimin aklına gelirdi birbirini bunca seven, anlayan, anlaşan bir çift ayrılacak hem de elle tutulur bir neden olmadan. Tam da doğum gününün gecesinde… “Bari o günü seçmeyeydin be adam!” diye söylendi. Sıkı sıkıya tuttuğu kırmızı deri ceket işte o kara günün hatırasıydı. Nasıl da beğenmişti paketi açınca. Her zamanki zevkini konuşturmuştu Ahmet. “Bayıldım!” demişti görünce, hemen de üstüne geçirivermişti. “Çok yakıştı canım!” diyordu, engin deniz yeşili gözlerinin ta içine bakarken, elleri ellerinde… Sıcacık ama hüzünle… O gece hep hüzünlüydü nedense, yüzü gülse de gözleri hiç gülmemişti Ahmet’in…

Nihayet gece sonra ererken, restoranda hemen hemen kimse kalmamıştı. Mehtap birazdan yaşanacak drama şahit olmak istercesine masalarına konuşlanmış, usul usul kıyıya vuran dalgalarla oynaşan deniz bir veda şarkısı tutturmuştu inceden. Ahmet, buz gibi elleriyle Çiğdemin ellerini kavradı. Hiçbir duygusunu ele vermek istemeyen yüz ifadesi de buz gibiydi! Çiğdem ürperdiğini hissetti. “Ayrılmamız lazım!” dedi, aniden… Çiğdemin deniz yeşili gözleri de bedeni de donakaldı o an, kıpırdayacak hal bulamadı kendinde. Sadece, “Neden,” diyebildi, “neden?” titrek bir sesle. Ahmet’in elleri gibi onunkiler de buza kesmişti. İçi üşüdü, ellerini çekip aldı ellerinden. “Neden?” diye tekrarlıyordu durmadan. “Nedeni yok!” dedi Ahmet, “sadece yaşandı ve bitti, her şey gibi…” 

“O kadar yani!” dedi Çiğdem, çıkmayan ama itince ancak fısıldayabilen bir sesle. Başını salladı usulca Ahmet, gözlerini kaçırarak. “Hayır!” dedi, “bana bunun nedenini açıklamak zorundasın. Sevmiyorum de, aptalsın de, hatta başkasına âşık oldum de ama bir şey söyle. Beni böyle yarım bırakamazsın, buna hiç hakkın yok!” dedi Çiğdem öfkelenmeye başlayan ses tonuyla. “Sadece bitmek zorunda olduğunu, bugün son görüşmemiz olduğunu anlamanı, bana soru sormamanı, çünkü cevabının olmadığını anlamanı rica ediyorum, sevgilim. Biliyorum çok zor, ama inan benim için de çok zor. Yine de böyle olmalı, burada kalmalı, daha ötesi olmamalı, olamaz, yok!” dedi Ahmet, üzgün bir sesle. 

“Ha, biliyorsun demek zor olduğunu. Bravo sana! Demek bu kadarını düşünebiliyorsun!” diyen Çiğdem’in sesi iyice yükselmişti.  “Peki!” dedi, “benim sensiz ne olacağımı, hayatımın en güzel anında bana yaşattığın bu acıya nasıl katlanacağımı, bütün yaşadıklarımızı, şu anı nasıl unutabileceğimi de düşünebiliyor musun? Nasıl inanabiliyorsun, ya da umursamayabiliyorsun, anlamıyorum hiç!” diye bağırıyordu artık. “Tabii ya umursayacak olsan, bunları söyler miydin zaten?” diyerek elini hızla masaya vurdu. Tek kırmızı gülün durduğu ince vazo öylece uzanıverdi beyaz örtüye. Akan sular Çiğdemin gözyaşlarına eşlik ediyordu adeta. 

“Lütfen böyle yapma!” dedi Ahmet, tekrar uzanıp ellerini tutarak. “Çok güzel hatıralarımız var. Öyle kalsın. Kötü bitmesinden daha iyi değil mi?” “Daha kötü nasıl bitebilir, Ahmet? Resmen beni terk ediyorsun ve nedenini bile söyleme zahmetine katlanmıyorsun,” dedi Çiğdem, elleriyle gözlerini silerken. Makyajı akmış yüzüne gözüne bulaşmıştı. 

“Hayır, hayır lütfen, böyle yapma, aklım sende kalacak, gönlüm zaten sende,” dedi Ahmet. “Sen ne dediğinin farkında mısın, seni seviyorum ama ayrılalım diyorsun, yanlış mı anlıyorum?” diye acıyla sordu Çiğdem. 

“Doğru!” dedi Ahmet ölgün bir sesle. “Ama bana açıklama yapmak istemiyorsun. Peki, bu durumda ne yapmamı bekliyorsun?” dedi Çiğdem, alaycı bir sesle. “Beni unutma! Sadece bunu istiyorum, hani şarkıda diyor ya unutulmak dokunur ya her insana, sen de kendi payından bir hatıra seç ve o ben olayım unutma!” derken ikisinin de gözlerinden yaşlar süzülüyordu. 

Mehtap bile dayanamamış kaybolup gitmişti gecenin izbesinde. Yavaşça yaklaşan garsonun, “Efendim, müsaadenizle kapatıyoruz,” demesiyle kendilerine geldiler. Hiçbir şey söylemeden, robot gibi kalkıp kapıya yürüdüler, el ele… 

Çiğdemin beyni uyuşmuş gibiydi, hiçbir şey düşünemiyor, hiçbir şey söyleyecek gücü bulamıyordu kendinde. Sessizce arabalarını beklediler. Ahmet, “Kullanabilecek misin, bırakayım istersen,” dedi. Çiğdem sadece hayır anlamında başını iki yana salladı. Ahmet tuttuğu elini dudaklarına götürüp “Affet sevgilim,” dedi fısıltıyla. 

Çiğdem bir boşlukta gibiydi. Arabasına nasıl bindiğini, eve nasıl geldiğini hatırlamıyordu bile. Tek hatırladığı arabanın aynasında Ahmet’in ona usulca el sallayan hayaliydi. 

Birden telefonun mesaj sesiyle kendine geldi. Toplantı dokuza alındı yazıyordu. “Kahretsin!” deyip fırladı, soluğu duşta aldı. Kafasına üşüşen hatıraları silip atmak istercesine hırsla saçlarını ovalıyordu. Sıcak banyo iyi gelmiş, biraz gevşemişti. Çıktı, aceleyle kurulanıp giyindi. Kırmızı deri ceketi de geçirdi üzerine. Son olarak aynada kendine bakarken, sinirle, “Bu kadarı yeter artık Çiğdem Hanım,” diyordu “toparlanmalısın. Ne o öyle hala salya sümük? Koca iki sene geçti üzerinden… Unut sen de seni unutanı. Bugün bu ceketi giymekle, beni unutma diyenlere nasıl unutulurmuş göstereceksin. Görmeseler de, bilmeseler de, sen bil yeter!” dedi, ceketi çekiştirip düzeltti. Ve aynada kendini onaylayan bir baş hareketiyle fırlayıp çıktı evden. 

Saat tam dokuza geliyordu ki zar zor yetişti şirkete. Konuklar toplantı odasına alınmıştı bile. Hemen hazırlanıp içeri geçtiğinde neredeyse düşüp bayılacaktı, Tam karşısında Mehmet oturuyordu. Ahmet’in ikizi… Bacaklarının titrediğini hissetti. Düşecek gibi oldu. Hemen gözüne çarpan ilk boş koltuğa bıraktı kendini. Zorlukla, “Günaydın, hoş geldiniz!” diyebildi yarım yamalak bir gülümsemeyle. “Allah’ım sabrımı mı deniyorsun?” diye isyan ediyordu içinden. “Topla kendini!” dedi, ellerinin titrediği görünmesin diye masanın altına alıp kucağında kilitledi, yüzü beyaza kesmişti. “İyi misiniz?” diye sordular. “Yok yok merak etmeyin, trafik çok kötüydü…” diyebildi zorlukla. 

Toplantının nasıl geçtiğini hatırlamıyordu bile. Sanki orada değildi. Bir an önce bitmesi için dua ediyordu sadece. Nihayet bittiğinde hemen kendini dışarı attı. Arkasından “Çiğdem!” diye sesleniyordu Mehmet. Döndü, baktı. “Merhaba! Hatırlamadın galiba!” dedi Mehmet, şaşkınlıkla. “Hayır!” dedi Çiğdem, “hatırlamak istemedim!” Mehmet’in yüzündeki hayret ifadesi acıya büründü: “Hatırlamak istemediğin belli! Ne aradın, ne sordun!” “Bir de arayacaktım öyle mi?” dedi Çiğdem, öfkeyle, şaşırarak. “Tamam,” dedi Mehmet, “sen de üzgünsün biliyorum ama paylaşsak acımız hafiflemez miydi?” “Acımız,” diye yineledi Çiğdem, soran ses tonuyla. Sonra da devam etti: “Ne kadar da benziyorsunuz iki kardeş. Terk edilen ben, acıyı çeken sen, öyle mi?” Şaşırma sırası Mehmet’teydi: “Ne terk edilmesi, neden bahsediyorsun sen? En azından bir baş sağlığı dileyebilirdin, öyle değil mi?” O anda Çiğdemin gözleri fal taşı gibi açıldı. Engin deniz yeşili gözlerinde şimdi fırtınalar kopuyordu. Kulaklarında baş sağlığı kelimeleri tekrarlanıyordu durmadan. 

“Yoksa?” dedi, “Tanrım, yoksa!” Güçlükle ayakta durabiliyordu. Sendeledi. Mehmet tutmak zorunda kaldı. Sadece, “Ne baş sağlığı?” diyebildi fısıltıyla. “Yoksa sen…” diyebildi Mehmet güçlükle ve o an anladı ki hiçbir şeyden haberi yoktu. Sıkıca sardı kollarını Çiğdem’e, gözyaşları birbirine karışıyordu. “Gel,” dedi, “gel otur şuraya, konuşmamız lazım.”