Üç küçük çakıl taşını cebinden çıkardı kapıdan çıkarken. Parmaklarının arasında dolandırdı: “Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor.”
Kimsenin görmeyeceği şekilde taşları atıp tutmaya başladı. Önce hangisi düşerse, o sırada hangi kelime ağzından çıkarsa geçerli oydu.
“Sevmiyor.”
Hep bir şeylere niyet ederdi ve işte o anlarda çakıl taşına dokunmak bile onu rahatlatırdı. Ama bu sefer rahatlayamadı.
Aklından aynı anda bir sürü düşünce geçti; fala inanmak aptallık ama niye bu sabah kendisini öpmedi, çocukların uyanmasını beklemeden çıktı gitti?
Evinin biraz ötesindeki her zaman işe giderken otobüse bindiği durak sabahları kalabalık olurdu. O gün izin almış, kalabalığa rastlamamak için biraz daha geç çıkmıştı evden. Neyse ki durakta kimsecikler yoktu, “İki üç dakika içinde Kadıköy otobüsü gelir mi, gelmez mi?” Cebindeki taşları çevirmeye başladı yine.
Otobüse, “Eğer sağda oturursam, günüm iyi geçecek,” diyerek bindi. Ayakta kimse yoktu ama sağ taraflar hep doluydu. Solda bulduğu boş koltuğa oturdu. Belki taşlar yanılmıştı. Belki de bahar sabahında biraz yürümek iyi gelirdi. Beş durak sonra inecekti, beş onun için mükemmel bir sayıydı. Hareket enerjisi verirdi, güvende olduğundan ve koruyucu melekleriyle korunduğundan emin olurdu. Yollar açıktı, içi karanlıktı, boğulurcasına derin iç çekti farkında olmadan. Geçen gün iş yerinde bir arkadaşı ona böyle durumlarda nasıl nefes alması gerektiğini göstermişti. Biraz durdu; bir, iki, üç nefesini sakinleştirdi.
Düşünmeden duramıyordu. Kerim gece geç geldi, malum iş toplantısı. Ben de aynı şekilde yaşlı patronuma eşlik etmiyor muyum? Ama onun eve geç gelişleri sıklaştı. Sabahları kahvaltı sofrasına oturmadan çıkıyor, evde biri lise iki, diğeri ortaokul sona giden iki oğlunun ergenlik sorunlarının bile farkına varmıyor. Geçen gün büyük oğlan arkadaşlarıyla kavga etmiş, gömleği neredeyse paramparça olmuştu.
Paramparça, aklı öyleydi şimdi. İşlerden bunalmış, evden bunalmış, çocuklardan bunalmıştı. Eskiden karı koca arada bir kaçamak yaparlardı Çocuklar okuldayken sabah işe gitmeden önce bir çay bahçesinde çay içer, simit yer, işe geç kalmalarına rağmen adına flört etme saatleri dedikleri birlikte geçirdikleri bu zaman ikisini de mutlu ederdi. Yaşadıkları anlar aklına gelmiş, bir gece önce heyecanla Kerim’e izin aldığını söylemek istemişti. Ne yaparsa yapsın kocası ona vakit ayırırdı. Ama söyleyemedi. Kocasına kahve ikram ederken fincanı sol elle alması onun için olumsuzdu, adam kendisinden bir şeyler saklıyordu kesin.
Kadıköy’de indi, Moda’daki çay bahçeleri aklına geldi, yürüme düşüncesinden vazgeçip bir taksiye atlayıp gitti. Denizi seyredeceği bir masaya oturup çayını içmeye, simidini yemeğe başladı. Ne zamandır iş ve ev arasında geçen yaşam, anlık mutlulukları unutturuyordu aslında. İçini çekti, deniz alır götürürdü her zaman sıkıntılarını ama içi öyle daralmıştı ki bir türlü denize ulaşamıyordu.
Dertleşmeye ihtiyacı vardı, aslında kahve falına daha çok. “Yeşim’e gitmeliyim.” Hoş, kendisine haber vermemişti, ama sonuçta mimarlık bürosunu bırakacak değildi ya.
Her kahve içtikten sonra kapatmak alışkanlıktı ikisi arasında. Ara sıra “Senin fallık işin yok,” diye kestirip atması dışında, oldukça güzel fal bakardı. Yeşim, güzeller güzeli arkadaşı, canı, en büyük dostu. Üniversiteye kayıtta tanışmışlardı, o günden sonra da okulun en güzel ve ayrılmaz ikilisi olmuşlardı. Ta ki Kerim’le tanışıncaya kadar. Ve sonra otuzuna gelmeden iki çocuk annesi olmuştu bile.
Yeşim’in simsiyah uzun saçları, yeşil küçük çiçekli elbisesiyle sanki on dokuz yaşında gibi harika durmasına imrendi yine. Basit bir kıyafet, özentisiz haliyle bile güzeldi arkadaşı. Oysa bu sabah bir kot ve bir tişört için kendisi yarım saatten fazla uğraşmıştı. İyi ki çalışıyordu yoksa çoktan şişmanlığına kiloları ekleyecek, kıvırcık problemli saçlarını düzleştirmek için uğraşmayacak, kendisini iyice salacaktı.
“Hayırdır, hangi rüzgâr attı seni hafta içi buralara? Ama gelmene çok sevindim. Ne içersin?” dedi ve güldü, “Tabii ki az şekerli kahve.”
Yeşim, kapatılmış fincanı eline aldı.
“Ay ne kadar sıkıntılısın böyle, vallahi içim daraldı. Bu ne kız, bu ne kuruntu.” Falı gösterdi, hiç anlamazdı ama fincana öylemesine baktı. Telve fincanı sarmış, bir iki yerde beyazlık gözüküyordu.
“Aa dur bakayım, senin gerçekten için sıkılmış, burada sırtı dönük, uzun boylu birisi var.”
Cebindeki taşları elledi yine, sıkıntılarına duyduklarını kattı, kulakları uğuldamaya başladı,
Artık emindi, kocası kendisini aldatıyordu.
“Ne zamandır böyleyiz acaba?” diye yüksek sesle söylendi. Yaklaşık iki aydır eve içkili gelmeler, bir tek kelime söylemeden uyumalar, sabah erkenden kahvaltı etmeden gitmeler, hafta sonları şirket gezileri, çok sevdiği oğullarıyla geçirilmeyen vakitler… Daha ne olsundu ki, fallar da ortada işte!
Anlattı da anlattı dert ortağına.
“Ne anlatırsan anlat, inanmam canım sana. Kerim seni hep sever, bunalmıştır, işleri yoğundur, mümkün değil.”
Yerinden kalktı, “Haydi gel, her zamanki gibi sıkıldığımız zaman gittiğimiz yere gidelim, çay içer, geleni gideni seyreder, öğlene doğru tost yeriz.”
Arkadaşına sarıldı.
“İnsanın dert ortağının olması, paylaşabilmesi ne güzel. Hep beni rahatlatmaya çalışırsın.”
“Eee biz yılların arkadaşıyız, kocalarımızdan daha eski.”
“Yeşimim, boşandığında ne hissettin? Ben, ben boşanmak istemiyorum ama ya aldatıyorsa Kerim?”
“Bizimki aldatma değildi, karşılıklı anlaşamadık. Kerim ise seni çok sever, böyle bir şey olamaz.” diye kestirip attı sanki cümlesini. “Aaa baksana yemekten sonra sana bir Tarot baktıralım, rahatlarsın o zaman.”
Birazcık olsun rahatlamıştı aslında, akşama eğer kocasını görürse direkt konuşmaya karar verdi. Yoksa böyle kuşkularla hayatını zindana çeviremezdi, çevirmemeliydi.
Bahariye’ye çıkan köşe başındaki küçücük büfeye girdiler. Burada kimse uzun süreli oturmadığından ikisine de cazip gelirdi. İşlerden ne zamandır birbirlerini görmediklerinden bahsettiler, tostlarını yerlerken.
“Oğlan okumaya başladı değil mi, nasıl alışabildi mi? Korhan arıyor mu oğlunu? Bizimkiler çok severler bilirsin Yavuz’u. Ay keşke sıklıkla görüşebilsek.”
“Biliyorsun canım, Korhan’la ayrılırken hamileydim, babalık asla yapmadı.” Yeşim’in sesi öyle bir sertlikte çıkar gibi oldu ki Nilay konuyu tekrar açtığından rahatsız oldu. Her zaman, kendisi sorunlarını çok rahatlıkla anlatabilirken, arkadaşı boşanma konusunda asla tamamen kendisine sığınmamıştı. Zaten aradan yedi sene geçmiş, şimdi mi konuşmak aklına gelmişti? Çok çalışıyordu, çok meşguldü ama yine de sık sık olmasa da bir araya gelip hasret giderebiliyorlardı. Konuyu değiştirip günlük olaylara döndüler çaylarını içerken.
“Kalkalım mı, öğleden sonra önemli bir işim var, keşke haberim olsaydı daha önceden, iptal ederdim.” dedi Yeşim.
“Canım, seni işinden alıkoydum, ama beni çok rahatlattın sağ ol.”
“Ayol dur, önce Tarot baktıralım her zamanki gibi, dur Aslı’ya telefon açayım da müşteri almasın.”
“Sen açarken ben de hesabı ödeyim.”
Aslı son müşteriden sonra kızları aldı, “Haydi niyet tut, dört kart seç.”
Gözlerini kapatıp rastgele dört kart seçti. Aslı’ya inanırdı. Bugün ise daha çok inanmaya ihtiyacı vardı.
“Ooo bu ne kuruntu, kendi kendine sorun yaratmışsın sen,” dedi ilk karta bakarak, hemen ikincisini yanına koydu. “Ayol, sıkıntın eşinle ilgili. Bak bu adam, kukuletalı. Ama adamcağız çok bunalmış işlerden, kafası karmakarışık.”
Üçüncü kartı ayrı tuttu, “Kocan seni çok seviyor, bak bu aşk kartı, kalbi görüyorsun değil mi? Dur dördüncüsünü de koyalım… Hım, bu adamcağız iş sorunu yaşıyor ama önemli karar aşamasında ama bir kart daha çek… İşte bu muhabbet kartı, iki kalp yan yana.”
“Kocam beni seviyor,” diyerek otobüse bindi Nilay. İçi içine sığmıyordu. Akşama en güzel yemekleri yapmalıydı. Erken gelsin gelmesin, sofrada hazır bekleyecekti eşini. Bir telefon açsa mıydı? Ama işteyken Kerim telefonda konuşmaktan hoşlanmazdı. Vazgeçti. Olsun, kocası onu seviyordu.
Yeşim, Nilay’dan ayrıldıktan sonra işine döndü, odasına çekildi. Önce Aslı’nın numarasını çevirdi.
“Sağ ol arkadaşım, açık vermedin.”
Sonra bir numara daha çevirdi.
“Kerim, hayatım. Bu akşam Yavuz’u görmeye gelme, eve erken git. Nilay’ı idare ettim ama içi şüphe dolu. Senin aldattığını düşünmeye başlamış ama onu böyle bir şey olamayacağına ikna ettim. Oysa bilse ki Yavuz…”