Cebinden bir avuç anahtar çıkardı. Masasının üstüne attı. İş merkezi gecenin sessizliğine gömülmüştü. Mini dolaptan buz aldı. Naylon poşetle alnına tuttu. Birazdan ağrıyı keser, diye düşündü. Bardağa viski koydu. Poşetteki buzlardan üçünü içine attı. Bardaklı eli havada küçük, yatay daireler çizdi. Buz parçalarının tıkırtısını dinledi. Anahtarların yanında buruşturulmuş kâğıtlar vardı. Masa lambasının ışığında konuk koltuğa oturdu.

Burada bir yerlerde olacaktı, dedi. Lambanın aydınlattığı anahtarlarla iç içe duran kâğıt tomarını aldı. Yırtmamaya çalışarak elinin tersiyle düzleştirmeyi denedi. Üstünde rakamlar olan kuponu buldu ilk. Geçen haftanın yarışlarıydı. Rakamlara baktı. Şu Sirius’u üçüncü koşuya yazabilirdim. Yazmış mıydı? Düşündü. Avucunun içiyle alnına vuracakken başındaki sızı kendini anımsattı. Zühal yıldızı, dedi kendi kendine. Uğursuz…

Nereye gitti şu…

-kuponu masanın altına, çöp kutusuna attı. Bir sinek vızıldıyordu başının üstünde- …şu fiş?

Elinin altında tomarla para vardı zillinin, diye geçirdi içinden. İçkisinden bir yudum içti.

Ne zahmeti, ben halledince sizi arayacağım. Yakut kızılı bir sesti. Onunla ilk burada, şu telefonda konuşmuşlardı. Ne sıkışık bir gündü. Ne ışıltılı ses… Telefon, telefon, telefon… Para bekliyorlardı iş yaptığı tüccarlar ondan. Onunsa beklediği müşteriydi. Müşterinin çeki. Çekin karşılığı. Karşılığını yatırsın başka bir şey istemiyordu. Rabbim neler yaratıyor, diye geçirmişti içinden sesini işitince. Çekiniz… Burak Bey… ödendi. Burak Bey havale mi olucaktı? Hesaba mı alayım Burak Bey? Aa Burak Beey, zahmet etmenize inanın gerek yok, ben hallediyorum Burak Bey. Burak Bey… Burak Bey… Sonradan olanların “olucaa” o günden belli miydi? Kaç kez daha konuşmuşlardı. Anımsayamadı. Çok değildi. Her halde çok değildi. Öyle çok değildi canım, dedi kendi kendine. Viskiden bir yudum daha içti.

Öhö…  öhö… öhhö! O gün bir anda karşısında belirmişti. İşte bu masanın başındaydı. O bu odaya girerken… Burak ayağa kalkmıştı. Şaşkınlıktandı kuşkusuz. Kollarını açmıştı önce. İş görüşmesi olduğunu milisaniyeler içinde anımsayınca yeniden oturmuş, konuk koltuğunu gösterebilmişti.

Hande Hanım? Ne güzel biir…

-Yok yok aksırışım… sizi karşımda… böyle yani… aniden… içerisi işte malumunuz klima. İşimiz gereği. Allerji haliyle… Demek Hande Hanım sizsiniz. Süheyl yıldızını kıskandıracak güzellikteydi Hande. Ama o bunu sonra öğrenmişti. Hande’nin güzelliğini değil. Yıldızın adını yani. Hande’den.-

…şey efendim… bir sürpriz!

O, masasındaki şu telefona uzanmış, ah, ne hoş bir tesadüüf, demişti Hande o sırada.

Kızım, yengenize… Hay Allah, çok… diye kurtarmaya çalışmıştı. Misafirimize, konuğumuza bakın demişti ahizeye. Sonra o zilliye dönmüş, efendim ne ikram edelim size Hande Hanım, diyebilmişti. Onun geleceğini hiç beklemiyordu. Hande’nin kendisi, sesini gölgede bırakacak kadar güzeldi. Hoş bir elbise giymişti. Sihirli güzellikte. Elbise, modelinden çok boşluklarıyla gözünü almıştı. Affedersiniz çok… Dili sürçmüştü.

Ah hah hah! Çok tatlısınız Burak Beey…’den başlamıştı Hande. Yıldızları tutmuştu. Burak Bey’in dilinin sürçmesi buna işaret etmiyor muydu? Böyle büyük bir şirketi plajır sahibi -ne anlama geldiğini hâlâ çözememişti- güçlü erkeklerin yönetebileceğinden… şundan bundan söz etmiş, ben bir ıııı… şey alayım…

Kızım bize iki espresso… Efendim? Bravo… Peki peki… iki kahve gönder sen. Hande Hanım görüyorsunuz. Ben bunları…

Burak Bey sizi inanın çok iyi anlıyorum. İnsanlar… ah, ah! Yıldızlarından tanıyorum. Şıp diye. İşimde bunu çok yaşıyorum. Erkeği, kadını… dürüstü, affedersiniz sahtekârı… Söz aramızda güçlü erkek sözünü filan dinletiyor ya. Ama kalbi de şey oluyor. Neden, çünkü yıldızı işte… şey yapıyor cenırıs yani… eli açık. El demişken. Uzatın elinizi. O sırada gözü masadaki kupona takılmıştı. Bakayım, şunu… bunu da. Kuponunuzu çizdim. Ah canıım. Üçüncü koşuya? Bu? Yani… olmaz ayol. Kızmadınız değil mi bana? Eliniz, diyordum. Verin bana. Bakın işte şurada. Şu işaret… işte bakın… kırk bir işaretten on üçüncüsü. En çok kullanılan. Avucunuzda bakın şu h’ye benzeyen… Siz koçtunuz değil mi? Ayy, balık demeek? Anlamıştım biliyor musunuz burası işte, müşteri gezegeni. Dokuz kat göğün altıncı katında. Hürmüz yani. Eski Pers dilinde. Yaşam kaynağı, cömertlik tanrısı.  Erkek için bu önemli. Kendi alyansını göstermişti. Bakın… bende de var.  Ay, inanın… harcarken eli titrer. Ay konuştuğumuz şeylere bakın. Neyse ayol, boş verelim bunları. Sözümde durmayı seviyorum ben. Bakın, gelirim dedim. Buradayım.

Burak içkisini bir dikişte bitirdi. Masada tok bir ses çıkardı bardak. Anahtarlarına uzandı. Avucunun içinde tarttı. Anahtarlardan gelen bozuk para sesini dinledi. Öylesine… Bir leke belirdi gözünün önünde. Az önceki sinekti. Ne zaman söylediğini anımsamıyordu. Ama Hande’ye söylemişti.

Sonraları bazen Hande uğrardı. Ay, yeni gömleğimi fark etmedin değil mi, diye sorardı espressosunu içerken. Kalkar, kendi çevresinde şöyle bir dönerdi. Bazen dışarda görüşürlerdi. Ayakkabılarımı nasıl buldun, derdi. Her defasında bir öncekinden daha şık olurdu. Daha alımlı.

Burak, demişti Hande. Hem u, hem de a’yı uzatarak. Telefonda o etkileyici sesiyle aşkın yıldızını duymuş muydun? Burada… yoğurtlu pancarın tadına bakmalısınız, demişti kapısında gotik harflerle adı yazan yerin garsonu. İşte bu akşam Çobanyıldızı dönemine girdiği için gitmişlerdi oraya. O saatte boştu içerisi. Neredeyse boş. Kısık sesli yumuşak bir müzik eşlik ediyordu boşluğa. Garson yoğurtlu pancarı masaya bıraktı.

Biritiş pab‘ın başka nesi ünlü olabilirdi ki, dedi Burak.

Çobanyıldızı göğün üçüncü katındadır, dedi Hande.

Bir şey mi dedin abi, dedi garson.

Büyüleyici güzelliğiyle Hande karşısında gülümsüyordu. Yeni bir topluluk girdi içeri. Üç kişiydiler. Arkalarındaki masaya oturdular. Le Bron James kılıklı iki adamla bir kadın.

Bir şey söylemedin, dedi Hande.

Olağanüstü görünüyorsun.

Buraak, bunu diyorum.

Aa, fark etmedim. O da… İşte… güzelmiş canım. Güzel günlerde kullan. Rengi de hoş.

Ama, dedi, Hande elini masanın üstünden Burak’a uzatırken. Ay ben çok mahcup hissediyorum. Sanki şeymiş gibi… ne bileyim, zorluyormuşum gibi. Yani…

Handeciğim, dedi Burak, küçük kâğıt parçası Hande’nin elinden Burak’ın avucuna geçtiği sırada. Ne zaman söylediğimi anımsamıyorum. Ama söylemiştim sana. “Yanımdaki kadının… maddi manevi…” tekerlemeye benzer şeyleri söyledi. Bir sinek uçtu ikisinin arasında. Hande’ye doğru. Burak Hande’nin güzel yüzünden sineği uzaklaştırmak istedi. Üçüncü kez salladığı sırada eli Hande’nin yüzüne çarptı. O tiz çığlık mı doldurmuştu önce salonu, yoksa basketçi kılıklıların sandalyelerinin döşemede çıkardığı ses mi? Anımsayamadı şimdi.

Poşetteki buz erimişti. Burak’ın başından yüzüne birkaç damla su sızdı. Başka bir kâğıt parçası aldı tomardan. Elinin tersiyle düzeltti. Buydu işte! Pab’dan kalan… Boşalan bardağına yeniden viski doldurdu. Eriyen buzu yanağına kaydırdı. Az önce düzelttiği fişi masa lambasının ışığına tuttu. Fişte bir çanta markası vardı. Pahalı bir kadın çantası. Sirius, Hande’nin sesinden…

Basketçi kılıklıların gölgesi üstüme düştüğünde özür diliyordum zilliden, dedi kendi kendine. Sudan gelmekte niye acele etmedi şu mübarek hayvan? Telefonuna uzandı. Banka uygulamasını açtı.