Gençliğinde mevsimlik işçiymiş. Günlerce, Çukurova’nın nefes aldırmayan Ağustos sıcağında tarlada pamuk toplarmış. Ondandır yüzü böyle kırışık, 80 yaşında. Elleri de hem pamuk dikenlerinden, hem de kışları çöp toplamaktan kupkuru, çatlak, nasırlaşmış, baksan 90’lık dede. Bizim zamanımızda yorulmak neyin yoktu, bilmezdik durup dinlenmeyi, diyor. Bedeni çevik işlerde çalıştığından olsa gerek hala dinç, 50’lik sanki! Örselendik be hanım kızım, diye iç geçiriyor. Çalış çalış başka şey yoktu ki hayatta. Ruhu bin yıllık bir Ali Bey. Nüfus cüzdanı 65 diyor. Dürbün camını andıran numarası geçmiş gözlükleriyle, adeta bir köstebek misali bakıyor, tırnaklarıyla kazdığı yaşama. Kambur üstüne kambur binmiş sırtını taşıyor nereye giderse. Kaplumbağa gibi, yavaşça yürüyor, tüpün üstünden çaydanlığı alıyor, çay dolduruyor Ali Bey. Bir bana bir kendisine.

Karım, diyor, terk etti. Çocukları da aldı gitti. 60 yaşındaydım. Şu evlilik programlarına seyirci olarak katıldı, sonra da oradan biriyle kaçtı. O zaman Şeyma 15, Nihat da 12 yaşında. Ondan beridir görüşmek istemiyorlar benimle. Geçenlerde, analarının evinin etrafında dolaştım belki rastlarım diye. Baktım karşıdan geliyorlar, yanlarında arkadaşları. Meylettim selam vereyim. Beni görür görmez yan sokağa saptılar. Utandılar her hâl. Ses etmedim. Ne yapacan gençlik işte. Ali Bey’in donuna kadar almış karısı. Yine ses etmemiş. Ali Bey sakin, sessiz, mülayim. Kızım, diyor, ben bilmem kavga etmeyi. Demek rahat ettirememişim hanımı. O da haklı, ne yapsın benim gibi çulsuzu. Karısı gittikten sonra bir başına kalmış, yalnız mı yalnız. Evsiz barksız. İşsiz. Kimsesiz. O yaşta. 60 yaşında.  Küçük kare masanın etrafında oturuyoruz. Hava soğuk. Üstünde yamalı bir palto, bende kaşmir. Bir çay daha dolduruyor bir bana, bir kendisine.

Bizim evin karşısındaki çiçekçi dükkânının sahibi, haline acımış, karın tokluğuna gece nöbetçiliği yapsın diye almış adamı yanına. Beş yıldır Ali Bey, dışarı bir masa atar geceleri. Etrafına da bir kaç sandalye. Küçük tüplü bir ocağı var. Hem çayını demler hem de ısınır. Kâh uyuklar kâh uyanır, nöbetini tutar. Sonra gündüz kaybolur. Kimse bilmez nereye gittiğini. Merak da etmez.

Geçen hafta Ali Bey’e bizim apartman yönetimi acıyıp iş verdi. Merdivenleri temizleyip, çöp toplama işi. Artık Ali Bey gece nöbeti bitip de dükkândan ayrılınca, sabahın erken saatlerinde bizim apartmana gelip çöpleri topluyor, merdivenleri siliyor sonra yine ortadan kayboluyor. Bir gün baktım çöplerin içinden karton, plastik, cam ayrıştırıyor. Neden, diye sordum. Meğer onları satıp para kazanırmış. O günden sonra kapının önüne üç ayrı geri dönüşüm kutusu koydum Ali Bey için, çöpleri çoktan ayrıştırılmış. Ve yine o günden sonra her seferinde kapıda, bir buket çiçek buldum.

Bir çay daha diyor, buruşuk elleriyle bardağımı alıyor. Biraz da titriyor. Yaşlılık mı, soğuk mu çözemiyorum. Yok diyorum, teşekkürler. Ön dişleri dökülmüş. O yüzden ağzını eliyle kapatıyor, gülerken de, konuşurken de. Diş yaptırmak dünya para! Sigortan var mı Ali Bey, diye soruyorum. Yüzüme bakan çekingen gözleri öyle minnettar gülümsüyor ki, patavatsızlığımdan utanıyorum. Çok şükür Bahar Hanım kızım bu işi buldum ya, sigortaya geç kaldık, diye kapatıyor konuyu. Çay için sağol Ali Bey, geç oldu ben artık gideyim, diyorum. Sanki o masa, evi, sandalyeler de kapısı gibi kalkıp beni yolcu ediyor sokaktayken sokağa.

Ertesi gün çöplerim alınıyor ama Ali Bey gelmiyor, bir sonraki gün de. Sabah işe gitmeden önce karşıya, çiçekçiye uğruyorum. Sabah çöplerini attıktan sonra, karşıdan karşıya geçerken bir arabanın çarptığını öğreniyorum Ali Bey’e. Çarpan araba kaçmış. Ali Bey’in elindeki bir buket çiçek etrafa saçılmış. Apar topar ambulans gelmiş, adamı sigorta hastanesine götürmüş. Yoğun bakımda kalmış bir gün ama şimdi iyiymiş. Gerçi diyor çiçekçi, ayağındaki hasar kalıcı olacak galiba.

Çiçekçiden çıkıp, hastanenin yolunu tutuyorum. Bir elimde papatya buketi, diğerinde kaşmir bir palto… Telefon çalıyor, İhsan: “Tamam Bahar Hocam, hallettik. Çay ocağında duracak birine ihtiyaç varmış. İşleten diyor ki buraya bir kanepe atarız, gece de kalır, etrafı kolaçan eder.” Sağ ol İhsan, diyorum. O gün sigorta hastanesi daha bir ferah gözüküyor gözüme, selam veren doktorlar da daha içten sanki. Hocam diyen herkese gülümsüyorum, herkes de şaşırıyor somurtmadığıma.

Ali Bey’in odasına giriyorum, hemen yatağında toparlanmaya çalışıyor. Dur Ali Bey yorma kendini, diyorum. Ona vereceğim, bir buket papatyanın, gri kaşmir paltonun, çay ocağında işe alınma ve barınma müjdesinin mutluluğunu sindirmesini beklemek için yatağın yanına oturuyorum. Beni dinledikten sonra, o 65 yaşındaki gözler çağlayan bir nehir oluyor. Diyorum ki hangi kötülük bu coşkun akıntının önünde durabilir. Allah razı olsun demiyor Ali Bey ya da Allah ne muradın varsa versin de. Sadece şükran duyan tüm ruhuyla bakıyor ve bu da bana yetiyor.

Odadan çıkarken dönüyorum, Ali Bey diyorum, gündüzleri ortadan kaybolduğunda nereye giderdin?

İnsan diyor, her şeyi boş veriyor da çocuklarını kenara atamıyor. Onlar beni istemese de her gün evlerinin karşısındaki boş arsada bir taşın üzerine gizlice oturup hayatlarının nasıl geçtiğini izlerim, hayallere dalarım, dışarıdan müdahil olurum. O zaman sanırım ki ben hâlâ onlarlayım, onların babasıyım.