“Bu bakışını hatırlıyorum” dedi kadın, sütyenini giyerken. Rahat hareketlerle ellerini arkaya götürmesine şaşırdı adam. Arkasına bakmaya ihtiyaç duymadan iliştirivermişti sütyenin uçlarını. Kadın bavulundan pantolonunu çıkartmak için eğildiğinde adam çaktırmadan ellerini sırtına götürmeye çalıştı, omuzlarından çıkan kıtırtıların duyulmasından korkup ellerini eski haline getirdi hemen. Kadın kot pantolonunu giyerken adam gözlerini sütyene sabitlemişti yeniden. Siyah renkli, pamuklu olduğunu hemen belli eden, sade ama şık bir sütyendi, pahalı olmalıydı. Zaten kadının her halinden tevazu perdesi arkasına saklanmış bir zenginlik akıyordu. Üniversite yıllarında da aynıydı bu kadın. Sınıfın zengin ama “sosyal içerikli” kızı…
“Nereden hatırlıyorsun?” derken gülümsemeye çalıştı adam. Doğal görünmeye çabalamasına rağmen eliyle son zamanlarda göze batan göbeğini ve kasığındaki tek tük beyaz tüyleri kapatıyordu. “Birinci sınıfı bitirdiğimiz yaz. Ruşen hocayla anket çalışması için Foça’ya gitmiştik.” Gözlerini memelerinden kaldırıp kadının gözlerine baktı adam. Fazla bir şey hatırlamıyordu o geziden. Sınıfta çok arkadaşı yoktu. Hafızasını zorlayınca kırık dökük bir iki anı canlandı gözünün önünde. Ruşen Hoca… Sakallı tonton bir adam, YÖK öğretim üyelerinin sakal bırakmasını yasaklayınca ilk o ayrıldı fakülteden. Kadınla bakıştığı özel bir an gelmedi aklına.
“Deniz kenarında bir tesiste kalıyorduk. Karayolları mıydı neydi, öyle bir misafirhane… Topluca denize girdik. Yüzme bilmediğin için kenarda oturmuştun.” Yüzme bilmediği için değildi, kenarda durması. Sudan korktuğu için girememişti. “Ee, ne vardı bakışlarımda?” Kadın gülümsedi. Yatağın altına eğildi. Küçük, siyah buruş buruş bir topak çıkardı çakma güderi karyola bazasının kenarından. Bir yandan topağa eliyle, çorap şeklini verirken bir yandan da adama cevap verdi. “Memelerime dikmiştin gözlerini. Ben de çocuğum tabii, korktum. Senden hep uzak durdum o yüzden.”
Adam pencereye çevirdi bakışlarını. Kadınlarla arası iyi olmamıştı hiçbir zaman. Onlara rahatsızlık verdiğini biliyordu. Az konuşması, uyurken yanına kimseyi almak istememesi sorun oluyordu hep. Erkekleri fethetmekten hoşlanan arıza kadınları da o tepiyordu genellikle. Kadın whatsapp’tan yazınca heyecanlanmıştı. Üniversitede hayran olduğun kız baş başa görüşmek istiyordu. Yemekte duyulan heyecan yerini hayal kırıklığına bıraktı. Bu da o kadınlardan biriydi…
Adam otuz beş yıl önce Foça’daki o günü hatırlamaya çalışmaktan sıkıldı. Silmişti zihni işte. Onun yerine babasının kendini sandaldan suya atışını getirdi gözünün önüne. Ölüm korkusunu… Eve döndüklerinde annesine sarılışını. Sandıklarda unutulmuş beyaz sabun kokusu…
Deniz kıyısında bir kasabada yaşayıp da insan nasıl suya hiç girmez? Hatta sahilde bile neden pardösüyle oturur? Annesini sadece banyoya birlikte girdiklerinde çıplak görürdü- ona da çıplaklık denirse. Paçalı uzun donu, el dikimi kaba sütyenleri ve hepsini topluca örten askılı iç entarisi. Yine de dünyanın en güzel kadını gibi geliyordu ona. Annesinin güneş görmemiş bembeyaz kolları, beline kadar uzanan siyah saçları ve elbisenin altından kendini hissettiren mermer heykellere benzeyen memeleri…
Sütyenlerini kendisi dikerdi annesi. Singer makinesinin iğnelerinin hızla kumaşa girip çıkması… İnce, uzun parmakların büyük bir maharetle ortadan başladığı dikişi döndüre döndüre uca kadar hiç durmadan getirmesi. Yuvarlak kesilmiş kat kat kumaşların üzerinde oluşan o girdap… Samanyolu… Güneş sistemi… Bikiniyle denize giren komşulara rağmen, hiç görülmeyen anne sütyeni…
“Ben de olsam, benden uzak dururdum o zamanlar” dedi adam gülümseyerek. “Aslında şimdi de dururdum” diye tamamladı cümlesini içinden. Kadın çorabın eşini bulmuştu. Aynanın önündeki pufa oturup ayağını bacaklarının arasına çekti. Parmakları pedikürlüydü. Tırnaklarının ucundaki beyaz çizgilerin usta bir el tarafından çizildiğini seçebiliyordu adam. Çoraplarını giyince beyaz çizgiler sanki canları sıkılmış da tül perdenin ardından dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Kadın sırtını üzerinde su ısıtıcısının bulunduğu masaya yasladı. Dirseklerini masanın üzerine koydu. “Belki bir gün benim de resmimi yaparsın.”
Sözün buraya geleceğini biliyordu adam. İçi sıkılmaya başladı iyiden iyiye. Zaten yemekte anlamıştı kadının sanat düşkünü olmaktan ziyade, sanatçıyla ilgilenenlerden olduğunu. Sevişmeleri de iki tarafın da kendi senaryosunu oynadığı bir oyun gibi sıkıntısız yaşanmıştı. Talepkâr kadın, itaatkâr adam… Sıkıntısının dalga dalga büyüdüğünü hissediyordu. Ama giyinmek konusunda da hiçbir girişimde bulunmadı. Öylece oturmaya devam etti yatağın kenarında. Cebindeki hazır cevaplardan birini çıkardı düşünmeden. “Ben salyangoz ressamıyım, biliyorsun.” Kadın pencere önüne yerleştirilmiş koltuk sandalye arası o gereksiz eşyanın üzerine attığı lacivert tayyörünü toparlamaya başladı. Hafiften bozulduğunu görebiliyordu adam. “Biliyorum, okuldayken de paftaların kenarına salyangozlar çizer dururdun.” Nedenini bilmese de büyüleyici bir şey vardı salyangoz kabuğunun sarmal çizgilerinde. Sonsuzluğa giden bir girdap… İnsanın gözünü alamadığı, içinde kaybolduğu mikro kozmos…
“Güzeldir salyangozlar…” Kadın eşyalarını toparlamayı bitirmişti. Çantasından beyaz bir gömlek çıkardı. “Son sergindeki desenlerin çok kuantumdu ama…” Kendi portresinin çizilmesini isteyen kadından fizik öğretmenine hızlı bir geçiş yapmıştı kadın. Adam kendi resimleri hakkında konuşmayı istemedi. “Sütyeni tutan o kopçaların adı neydi” diye sordu.
Kadın gömleğinin düğmelerini iliklemeyi bıraktı. “Korkutma beni bunca zaman sonra…” Adam neden korkması gerektiğini anlayamadı kadının. “Deli değilim merak etme. Bir türlü hatırlayamıyorum. Annem beni çarşıya gönderirdi o çengellerden almam için. Tuhaf bir kelimeydi ama bulamıyorum bir türlü…”
Kadın gömleğini pantolonunun içine soktu. Adamın abajurun altına özenle katladığı giysilerini bozmadan yatağın kenarına bıraktı. İçinde birkaç kondomun bulunduğu makyaj çantasını alıp tuvalete geçti. Adam seslerden kadının çıkmak üzere hazırlandığını anladı. Gitme zamanı gelmişti. Ayrı terzilerin elinden çıkan çamaşırı, gömleği ve pantolonunu açtı ve giyilmeye hazır hale getirdi.
Kadın banyodan çıktığında adam Kuzguncuk’taki kunduracısından aldığı kösele ayakkabılarını bağlıyordu. “Bir kahve içelim derdim ama yarınki konferansımın ayrıntılarını konuşmak için geldiler. Lobiye inmem gerek.”
Yalandan gülümsedi adam, yakın gözlüğünü boynuna astı. Kadın yanağına bir öpücük kondurup “seni görmek güzeldi” dedi. Kapı kilidi gürültüyle açılırken adam “agraf” dedi. “Annem beni agraf almaya gönderirdi.”
Asansörde konuşmadılar. İkisi de içlerinde giderek büyüyen, koyu gri renkli, beton gibi ağır, deniz suları kadar karanlık bir yalnızlık duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordu.