Hep aynı şeyi yapıyorsun. Dünyadaki tüm hatalara kendinin sebep olduğunu düşünüyorsun. Sanki bütün özürleri sen dilemek zorundaymışsın gibi. Sanki sen zamanında müdahale etseydin, tüm o yaşananlar engellenebilecekmiş gibi. Sen kendini ne zannediyorsun kuzum? Tanrı falan mı? Hem zaten Tanrı bile çoğu olayı- yaşanacağını bile bile- engellemezken…

Onu dinliyor gibi görünmekten nefret ediyorum. Nefretimi ondan çıkaramadığım için elimdeki örgü şişlerini bir ters iki düz hareket ettirip hayalimde onu ne şekilde şişlediğimi düşünürken, çok dalgınsın, diyor. Sana ulaşamıyorum. Ulaşılamayan kadın, diye sırıtıyor. Dişleri, kusursuz bir beyazlıkla ışıldıyor. Dişlerini kerpetenle teker teker söksem, bağırır mı? Ne diyordun canım? Haklısın, hak veriyorum elbette sana, diyorum.

Ben haklı çıkmak istemiyorum ki diyorsun. Saçlarının ince uçlarında kırıklar var… Kör bir makasla yolunacak tutam tutam saçlar… Ne oluyor bana böyle? Sana olan nefretimi ifade ediş şeklim amatör bir suikastçının günlüğüne aldığı notlardan hallice. Yo, tabii ki öylesin, diyorum. Sen haklı çıkmayı çok seversin diye tıslıyor dilimdeki yılan. Haklısın, her şeyin sorumlusu ben olamam. Ama dünya böyle bir yer işte… Bazıları günah işler, bazıları da işleyemediği günahlar yüzünden acı çeker. Ben iki grubun da farkındayım ve onlar için üzülüyorum… Hepsi bu…

İki taraflı devam eden monoluğumuz ilerlerken, bardağımdaki çay buz kesiyor. Çaya soğukluğu veren geçen zaman mı, yoksa zamanla soğuyan kalbimden yayılan serin hayal kırıklıkları mı, emin değilim. Emin olduğum tek şey aramızda yükselen duvarın her bir tuğlasını incelikle ören ikimizin de bu inşaatın hiç bitmeyecek olduğuna duyduğumuz güven. Çocukluk yıllarımızdan itibaren, yerli yersiz şakalarla temeli atılan bu duvarın her tuğlasına biz şekil verdik. Harcına kinimizi kustuğumuz anıtımızı biz yarattık.

Elimdeki örgüye bakıp, Selanik mi kız bu, diyorsun. Örgüden de anlamıyorsun. Tebessüm ederek, yok daha neler, diyorum. Yok…  Daha neler! Şişleri elimden bırakıp usulca koltuktan kalkıyorum. Çayın dibini fondip yapıp elime tutuşturuveriyorsun bardağı, bu seferki biraz daha açık olsun diyorsun.

Mutfağa giden yol ne uzun geliyor… Karanlık koridoru geçip, antrenin ışığını yakıyorum dirseğimle. Ocakta kaynayan çayın sesi, yıllar öncesine götürüyor beni. Çocukken, bir gün evin içinde koşarken sobaya çarpıp güğümü üzerime düşürdüğünde yanmıştım. Günlerce sargılar içinde, sadece sıvıyla beslenerek iyileşeceğim günü beklemiştim. Elbette beni bilerek yakmamıştın. Yine de bir kez olsun özür dilememiştin benden. Ben hasta yatağımda yatarken, okuldan gelir, okulda yaptığın şeyleri anlatırdın bana. Annemler de senin ne kadar merhametli ve cana yakın olduğundan bahsedip nemlenen gözlerle bakarlardı sana. Oysa onlar yanımızda değilken, sınıftan beğendiğim oğlanla teneffüste yaptıklarınızı, öğretmenin ablan ne zaman okula dönecek dediğinde, bazı kızların dönmezse de olur diye kıkırdadığını, okul bahçesinde oynadığınız oyunları ve daha birçok şeyi süsleyerek ve içimi acıtacağını bilerek anlatırdın. Oysa beğendiğim oğlan her gün sana beni soruyor, sınıftaki arkadaşlar evimize ziyarete gelmek istiyor, öğretmenimiz verdiği örneklerde hatta matematik problemlerinde bile benim ismimi kullanıyordu.  Okula döndüğümde hepsini anlattılar… İnanamadım. İnanmak istemedim belki de. Tüm bunları çocukluk yıllarımızın heyecanına yormuştum. Şimdi ise yaşananların beni yorduğunu açıkça görüyorum.

Çaydanlığın sesi, sıcak suyun azalmakta olduğunu haber veriyor bana, kendime geliyorum. Tezgâhın üzerindeki süzgeci bardağın üstüne oturtup açık çayını dolduruyorum. Fazlaca demlenmiş çayı sevmezsin sen. Onun için mi, tadım acıyana kadar bu hayatın beni demlemesini istedin?  Yoksa kalbimin derinliklerindeki tortuyu gözlerinle görmek için mi beni süzgecinden geçirişin? Ya da bugün evime gelişinle kendini şu sidik rengindeki çay gibi aklamak derdinde misin? Tüm bu soruları sana sorabilmeyi isterdim. Oysa birazdan odaya dönüp çayını sehpaya bırakacağım. İçimdeki çığlığı, sessizce ilmeklerime akıtıp örgümü öreceğim. Sen çayını içerken söyleyeceklerini dinleyip sabredeceğim. Çünkü kardeşlik bunu gerektirir. Kardeşlik defolup gitmeni isteyip bir çay daha içer misin diye sormaktır.

Çok uzun sürdü, çay koymayı da mı unuttun kız, diye sesleniyorsun içerden bana. Antrenin ışığını dirseğimle kapatıp yanına oturuyorum. Ne diyorduk, işte biz Alper’le evlenmeye karar verdik. Aile arasında bir tören istiyor canım. Öyle süslü püslü şeylere hiç gerek yok bence de. Yalancı, sen şatafata bayılırsın, taşlara, otrişlere meraklısın, diyemiyorum. Zaten annesi de Avrupa seyahatinden yeni dönmüş. O da fazla uğraşmayın kızım diyor. Çok seviyor beni, yorulmamı istemiyor. Sen kendini hiçbir şey için yormazsın ki… Alper de senin gelmeni çok istiyor, diyorsun. Alper, deyişinde bile şimdiden bir sahiplenme var… Biliyorsun benim senden önce Alper’i sevdiğimi. Gizlice günlüklerimi okuyor, yaptıklarımı anneme gammazlıyordun, bunu öğrenmemiş olamazsın.

Alper… Ben küçücük bir kızken bile adını yüksek sesle söylemeye çekinirdim.  Sana olan hislerimi biliyor muydun acaba? Gözlerinin rengini dünyadaki hiçbir şeyin rengine benzetemediğim sınıf arkadaşım. Bula bula benim kardeşimi mi buldun? Oysa ben seni kendimden daha iyilere layık görüp duygularımı senden saklarken… Ben gelemem, diyorum. O gün için bir oyunum var. Sezon başlıyor, biliyorsun. Hangi günmüş o, daha gününü söylemedim ki sana diyorsun. Tahmin ettim işte diyorum, doğum gününde değil mi – öyle şeyler hoşuna gider senin-. Evet, nasıl da bildin diyorsun, ama bir özelliği daha var, o gün Alper’in bana açıldığı gün. Alper’in sana açıldığı günü nasıl unuturum? Tüm sınıf arkadaşlarımızı eve davet etmiştik. Annemler bizi yalnız bırakıp dışarı çıkmışlardı. Tüm evi balonlarla süslemiştik. Rengârenkti evin her yeri. Pastanı ellerimle yapmamı istemiştin. Kıramamıştım seni. Gelenlerin ellerindeki hediye paketleri her tarafa saçılmıştı. Neşe içindeydin, müzik çalıyordu, kendi aranızda dans ediyordunuz. Mutfaktayken Alper gelmişti yanıma. Beni seyrediyordu ortalığı toparlarken. Salonda çalan müzik o kadar yüksekti ki mutfağa kadar ulaşıyordu. Dans edelim mi, demişti bana. Kalbim ağzımda atıyordu. Bugün o gün, diye düşünmüştüm. Alper duygularımı anlayacak diye ödüm kopuyordu. Sonra, sen girdin mutfağa, elindekileri masanın üstüne bırakıp onun boynuna sarıldın, bugün benim doğum günüm diye bağırdın ve elinden tutup içeriye götürdün onu. Tüm bunlar çok uzun zaman önce oldu.  Uzun zaman önceydi, hepsini hatırlıyorum. Şimdi ise yıllar sonra Alper’e kavuşacağın günü benimle kutlamak istiyorsun.

Kusura bakma canım, diyorum. Prova saatim yaklaştı. Hazırlanıp çıkmam gerek. Kapıdan uğurluyorum seni, sarılıp sıkıca, daha sık görüşelim, diyorsun. Gülümseyerek karşılık veriyorum elbette, kardeşler arasında küslük olmaz.

Kapıyı arkandan kapatıp sırtımı yaslıyorum. Bugün provam yok. Boş günüm. Derin bir nefes alıp mutfağa gidiyorum karanlık koridoru geçerek. Çaydanlığın altı neredeyse yanmış. Ocağı söndürüyorum.