Küçüklüğümde misafirliğe gelen anneler bana hep çocuk baktırmaya çalışırlardı. Rahat rahat dedikodu yapmak için “hadi, güzelce oynayın,” der çocuklarını önüme koyarlardı.  Kabul etmezsem ya koluma çimdik atarlar ya da kocaman açılmış tehditkar gözlerle bana bakarlardı. Yine bir gün çimdik ve tehdide aldırmayıp bir köşede tavrımı korurken televizyonda bir görüntü belirdi. Görüntünün içinde yer yer çizikler görünüp kayboluyordu.  Kalbim hızla çarpmaya, yüzüme bir gülümseme yayılmaya başladı. Bu görüntünün, bir filmin başlama görüntüsü olduğunu anlamıştım çünkü. Neşelenmiştim ve etrafımdaki her şey gözüme güzel görünmeye başlamıştı. Öyle ki halıya doğru inip misafirin çocuğuyla bile oynamaya başlamıştım. 

Çocukluğumun o ıssız, yer yer vahşi dünyasından uzaklaşabildiğim, orayı unutabildiğim yerdi filmler. Öyle ki bir akşam yazlık sinemaya götürülmem, o günlerden bana kalan tek umutlu anıdır. Bana bakan kişiler, beni evde tek bırakamadıklarından böyle bir iyilik yapmışlardı. Daha giyinirken başlamıştı heyecanım. Sedirin altındaki birkaç leğene sığabilen kıyafetlerimden hangisini giysem diye çok düşünmüştüm. Bir de dolap verselerdi demek, iyice zorlanacaktım.  

Olur da fikirlerini değiştirirler diye gidene kadar sesimi hiç çıkarmamıştım. Mahallenin sonu dediğimiz tarlaların başladığı yere germişlerdi beyaz perdeyi. Önüne de muntazam şekilde renkli sandalyeler dizilmişti. İlk defa kıyıda köşede değil de herkesle aynı yerde oturabilecektim. Bulunduğum yerden gelenleri görebiliyordum ve çoğunu mahalleden tanıyordum. Evden kaçabildiğimde oyun oynadığım çocukları böyle ana babalarıyla birlikte görmek doğrusu biraz üzmüştü beni. Eve gelmesi için çocuklarına pencereden bağırıp, gelmeyince de onları döve döve eve götüren anneler, burada çocuklarının başlarını okşuyorlar, onlara gazoz, simit alıyorlardı. Gözlerime hücum eden yaşı engellemek için yıldızlara bakar gibi yapıp kafamı hemen yukarı kaldırdım. Göz yaşlarımı geri yolladıktan sonra gazoz istesem mi diye düşünmeye başladım. Söylemeye cesaret edemesem de bunu düşünmem film boyu sürecekti. Birkaç kişi yanımıza gelip çene çalacak oldu fakat etraftakiler film başlamış gibi onları susturup uzaklaştırdılar.

En sevmediğim şey şımarık çocuklardı. Gittiği her yerde ağlar sızlar, herkesi rahatsız ederdi bu tipler. Aynen böyle bir çocuk kendini yere atıp salya sümük ağlamaya başlamıştı. Babası da anası da onu susturmak için kendilerini paraladılar ama edepsiz çocuk, Nuh dedi peygamber demedi. Bu sahneleri izlerken böylelerinin ana, babası var da çıt çıkarmayan benim gibilerin yok diye içim içimi yemişti. 

Leyla ablanın Kerem abiyle bakışmasını da hemen yakalamıştım. Onlar film yerine birbirlerini izlemeye gelmişlerdi sanki. Leyla abla fabrikada çalışıyor diye Kerem abinin annesi onu gelini olarak istemiyordu. Neymiş, vardiyalı çalışıp gece evine gelmeyen kadın mı olurmuş. Daha o zamanlar bir kadının nasıl olması gerektiğini, Kerem’in annesi gibi kadınların söylediklerinin tersini belleyerek öğrenmiştim.

Hadi Leyla abla ve Kerem abinin bakışmasını anlamıştım da üç çocuklu Fikret abinin, iki çocuklu Hanife abla ile bakışması bir garibime gitmişti. Aslında ikisi de güler yüzlü, hayat dolu insanlardı. Onlar ne kadar şen şakraklarsa eşleri de bir o kadar huysuzlardı. Keşke birbirlerini erken bulsalarmış desem de gerçek hayatın böyle olmadığını biliyordum.

Beyaz çarşafın önüne bir abi çıkmış ve filmin on dakika sonra başlayacağını, çocukları perdenin önünden alıp herkesin yerlerine geçmeleri gerektiğini söylemişti. Bu uyarının ardından oturmaya çalışanlar hızlanmaya, oturanlara yol verenler söylenmeye, anneler kibarlığı bir yana bırakıp çocuklarına oturmaları için bağırmaya başlamışlardı. Neyse ki ortamın gerilmesi birkaç dakikaya gevşemiş, gülüşler, laf atmalar tekrardan başlamıştı.

Ortalarda yer olmasına rağmen en arkaya geçen Yıldırım Ailesine gözüm takılmıştı. Bir gün mahallenin merkezinde bir yerde bir inşaat başladı. Aylarca süren çalışma sonunda bizim evlere göre devasa olan bir ev inşa edildi. Tuvaleti ve mutfağı da dışarıda değildi. Ben çocuk aklımla oraya valinin taşınacağını hayal ediyordum. Derken iki çocuklu bir anne, baba yerleşmişti bu görkemli eve. Sesleri solukları çıkmayan alışılmadık bir aileydi.  Çocuklar sokak yerine evin damında oynuyorlar, anneleri, haydi çocuklar yemeğe, diye seslenince de hemen eve geçiyorlardı. Akşam yorgun argın evine dönen babadan ne dövme ne sövme sesleri geliyordu. Çocukluğumun dünya dışı varlıkları da bu aileydi işte.

66Bakkal Niyazi Amca ve karısı da köşede bir yere yerleşmişlerdi. Niyazi amcanın veresiye defteri kabarmış olduğundan kimseyle selamlaşmadan oturmuştu yerine. İyi bir adamdı bakkal amcamız ama bu iyiliği onu sonradan batırmıştı.

Yazlık sinemayı kuranların yanında Deli Memet vardı. Kapıdan kovsan bacadan giren, mahallemizin delisiydi kendisi. Deli Memet’in konuşamadığı bir konu yoktu. Mahallede çok bilmiş kişilere de bu yüzden Deli Memet lakabı takılırdı. Yine bir şeylerden bahsediyordu filmcilere.

Zehra Abla da yandan yandan dinliyordu onları. Herkes biliyordu onun artist olmak istediğini. Zaten ondan en öne yerleşmişti. Hem güzeldi Zehra abla hem de yetenekli.  Ama onda o abi oldukça sinemaya en yakın olduğu yer burası olacaktı.

Filmin başlamasına birkaç dakika kala, Birsen Abla ve çocuğu son sandalyeleri doldurdular.  Bu Birsen Abla kadar aceleci fakat bir o kadar da her yere geç kalan birini daha görmemiştim. Birsen Abla, evlatlık büyümüş, ilk yuvası kocasıyla yaşadığı yer olmuştu. Evi barkı tertemiz, kocasına hayranlığı eşsizdi. Yaşamaya yeni başladığından mıdır nedir, her şeye bir geç kalmışlık hissiyle yaklaşırdı. Dondurmacıyı sabahtan bu yana bekler ama evin işini de hemen bitireyim diye dondurmacıyı kaçırır, beyazları da kaynatayım derken çocuğun sütünü ocakta unuturdu. Yapmak istediği öyle çok şeyi vardı ki Birsen Ablanın.

Işıklar birden sönmüş, herkes ve her şey bir anda kaybolmuştu. Ekranda o çizgiler de belirip kaybolmaya başlamıştı işte. İçim içime sığmıyordu artık.  Herkes gibi ben de film boyu kana kana ağladım, kahkahalarla da güldüm. Ekranın kararması ve ışıkların yanmasıyla irkildim. On dakika araya sabretmek ne zordu benim için.

Herkes biraz daha rahatlamış, ortama alışmış görünüyordu. Birbirlerinin yanına gidip çene çalıyor, çantalarından gizlice çıkardıkları börekleri birbirlerine ikram ediyorlardı. Simitçi bu duruma içerlense de tatsızlık çıksın istemiyordu.

Çocuklarsa zorla Osman Dede’nin elini öpmeye götürülüyorlardı. 90 yaşında bir insanın hâlâ bu dünyada durma nedenini anlayamıyordum. Huysuz, inatçı bir hale gelen bu insanlar, bin bir hastalıkla neden ve nasıl yaşama tutunuyorlardı. Bana izin verseler ben çoktan bu adaletsiz dünyadan çekip gitmek isterdim o zamanlar.

Filmin tekrar başlamasıyla kendi karanlıklarımdan kurtuldum. Gülme, ağlama, kıskanma, kızma, her türlüsünden halleri yaşadım ve bitti film. Herkes oradan ayrılma telaşına girmişken ben kalkmayıp film müziğini dinlemek, gerçek hayatta kurmaya cesaret edemediğim hayallere dalmak istiyordum. Omzumdan çekiştirilene kadar da bunu başardım. İşte o günlerden bu yana bir filme heyecanla başlar, bir filmi hayalle bitiririm ben.