Sallanan koltuğumu arka bahçeye bakan balkona taşıdım. Dışarıyı seyrediyorum. Dışarısı dediğim de bir avuç gökyüzü. Oradan gelecek bahar. Cemre havaya düştü… Toprağa düştü dediler. Bizim küçücük bahçeye düşmedi o cemre. Yoksa düştü de ben mi görmedim? Eskiden bu tür şeyleri yaşlı adamlar, ak saçlı nineler söylerlerdi. Şimdilerde televizyonda genç adamlar söylüyorlar. En çok şaşırdığım, söylediklerinin çoğu zaman tutuyor olması! Bir tek bunu bilemediler; bahar geliyor dediler, gelmedi. Hemen her gün bahçedeki erik ağacını izliyorum. Bir hareket, bir kıpırdama, dallarında minik çiçeklerin fışkıracağı tomurcuklar görmek istiyorum. Biliyorum o gün gelecek! Gelecek ya… Ben sabırsızlanıyorum. Huysuzlanıyorum. Nerede kaldı bu bahar diye sayıklayıp duruyorum.
Bahar dediğin tazelik, körpelik, koskoca yılın bebeklik çağı. Yaşlanmış kıştan bir bebek bekliyorum. Ne tuhaf! Bu kart kıştan bir bebek beklemek saçmalık değil de ne? Ama bekliyorum işte. Kış, kardan ak örtüsünü üzerinden atınca… Rüzgârlı, yağmurlu soğuk günler ve siyahtan tutun, grinin bin bir türlü tonuyla bulutlar da çeksin gitsin artık diyorum! İçe işleyen ıslak soğuğunu, yapışkan rutubetli havasını, küflü yalnızlıkları, dertleri, sıkıntıları da beraberinde alsın götürsün istiyorum. Bu beklentilerim, ara sıra olacakmış gibi olmuyor da değil hani… Güneş sıcak yüzünü bir gösterip gülümsüyor. İçimi bir umutla dolduruyor. Sonra çekip gidiyor. Günlerce ortalıkta görünmüyor. İçime ektiği umut daha çimlenmeden solup gidiyor. Yerini dışarıdaki sisli puslu hava dolduruyor. Üşüyorum. Refleksle mi yoksa aile doktorumun söylediği gibi “yangı” yüzünden mi ne, ciğerlerim öksürerek defetmek istiyor bu lanet havayı. Kovmasına kovuyor da ne oluyor sanki? Yerine, içime çektiğim paslı, puslu aynı hava değil mi?
“Günaydın!” diyor yan komşum Sakine. Kasvetli düşüncelerimden sıyrılıp “Günaydın!” diyorum. İlkokuldan beri mahalle arkadaşım. O da benim gibi yalnız yaşıyor. Kocası birkaç yıl önce öldü. Ara sıra takılırım, “İyi dayandı kocan sana,” derim. Sakine, hiç altta kalır mı? “Sen de verem edip gönderdin o güzelim kadını,” der. Karım akciğer kanserinden öldü ya… O tarafımdan vurur. O da bilir bunda bir dahlimin olmadığını. Laf sokuşturmada üstüne yoktur; o mu yoksa ben mi daha ustayız bu konuda anlaşamadık bir türlü. Adının Sakine olmasına bakmayın, ne cadıdır o! Damarına basmaya görün? Anında ağzınızın payını alırsınız! Çocukluktan beri uzunca bir hukukumuz var da birbirimize katlanabiliyoruz. İlişkilerimizde, benlik sunumlarımız dışsal etkilerden muaftır. Karşılıklı içsel kabule dayanır ve bu yıllar içerisinde kendiliğinden gelişmiştir. Hatta böylece birbirimize iyi geldiğimiz bile söylenebilir.
“Yahu Sakine,” dedim bir gün, “bak sen de yalnızsın ben de… Gel beraber yaşayalım!” Neşeli bir kahkaha attı. Dolgun memeleri titredi. “Allah korusun!” dedi, yüzüme bakmadan; her zamanki gibi yine bir şey örüyordu. “Niye?” dedim. “Niye olacak, huysuzun tekisin de ondan!” dedi. Birlikte güldük! Yan yana iki evin biricik sakinleri olarak, yaşlılık yıllarımızın sıkıntılı dönemlerini yaşıyorduk… Ara evreleri kaldırmıştık ömrümüzden. Bir gençlik vardı, bir de yaşlılık! Yetmişli yaşlarımızı, bir de tersten okuyunca, keyfimize diyecek yoktu. Benimkisi 27 oluyordu mesela! Onunsa 17 görünüyordu. Pek hoşlandı Sakine bu oyundan. “Sırrımızı kimseye söylemeyelim,” dedi. Hınzır ve de sevecen bakışlarını gözlerime dikti: “Sabah kahveni içtin mi?” “Yok! Daha içmedim.” “İyi öyleyse… Ben yapayım da beraber içelim.” İçeriye girdi. Sakine’nin orada olduğunu biliyordum ya, balkonda olmasa bile bana iyi geliyordu. Geçenlerde o da aynı şeyi söylemişti. “Huysuz, lanetin tekisin ama yine de senin yanı başımda olmana seviniyorum. Ne hayrın dokunacaksa artık? Bunun nedenini sorsan cevabını bilemem ama bu böyle,” dedi.
Mis gibi kokan iki fincan kahveyle geri geldi. Kahve fincanımı uzattı balkondan, uzanıp aldım. Donuk gri gökyüzünün payımıza düşen kısmındaki bulutlara bakarak kahvelerimizi yudumlarken, onun Zeynep’i geldi, balkonun köşesine kondu. Zeynep dediğim Sakine’nin martısı, her gün payına ne düşerse, onu almadan ayrılmaz. Hoş, bazen alsa bile gitmez ya! Sakine, çocukla konuşur gibi konuşur onunla. Öyle bakar, öyle hareketler yapar ki, onun söylenenleri anladığına inanırım. Bu sefer iri bir börek parçası düştü payına. Alır almaz oyalanmadan çekip gitti. “Çok da anlayışlı,” dedim. “Bizi baş başa bırakıp gitti.” Yine çınlamalı bir kahkaha attı. “Ne demezsin?” Bu sefer memelerine bakmadım. Varsın özgürce titresinler istedim.
Birkaç gün peş peşe güneş yüzünü gösterdi ya, erik ağacım beyaz çiçeklerini takmış takıştırmış! “Tamam… Artık bahar geldi gayri!” dedim kendi kendime. Demez olaydım! Sevincim kursağımda kaldı. Güneş var ama hükmü yok! Hava hâlâ soğuk. Buz gibi rüzgâr esiyor kuzeyden. Bahar sevincinin yerine derin bir kaygı kapladı içimi. Kış geri mi geliyordu ne? Hava raporları da henüz kışın yerinden ayrılmak istemediği yolunda tahminler yürütüyordu. O gece yorgana sımsıkı sarınarak uyumağa çalıştım. Sıkıntılı bir gece geçirdim. Bir sürü karışık rüyalar gördüm.
Balkonda oturuyordum. Birkaç gündür Sakine balkona çıkmamıştı ve ben onu merak ediyordum. Balkonun kapısı açıktı. Kapıdan Sakine çıkıp gelecek diye beklerken, çıka çıka Zeynep çıktı. Seke seke yürüyüp her zamanki gibi balkonun köşe demirine kondu. Durduğu yerde, şaşkın bakışlarımın altında büyüdü… Büyüdü… Ve kocaman bir Melaike suretine büründü. Anladım. Bu Azrail’di. “Sakine’yi öldürdün mü yoksa?” dedim. Güldü. Ama bana sırıttı gibi geldi. “Ben kimseyi öldürmem. Sakine uykusunda ölmüş! Serbest kalan ruhunu alıp götürmeye geldim,” dedi. “Ne yapacaksın… Sakine’nin ruhunu alıp götüreceksin de ne olacak?” Hayli öfkelenerek konuşmuştum. O, istifini bile bozmadı. “ Serbest kalan ruhlara bu ara talep çok,” dedi yüzüme muzipçe bakarak. “Pis… Ölü soyucu!” dedim. Aldırmadı. Omuzunda örümcek ağı ipliğinden örülmüş bir heybe vardı. “Sakine’ye gelmeden kaç kişiye uğradım bilsen şaşarsın! Hem onları ne satıyor, ne de kimselere veriyorum. Ait oldukları âleme taşıyorum. Görevim bu,” dedi. “Niye?” Dedim. “Sen Azrail değil misin? İnsan, hayvan, tüm canlıları öldürmeye memur kılınan sen değil misin?” “Saçma!” dedi. “Böyle bir şey yok! Ölen ölür! Nasıl ölür… Ne zaman ve nerede ölür? Bu benim görev alanımın tamamen dışında. Ben sadece dediğim gibi, öksüz kalan ruhları toplar, – bu sefer ‘serbest’ yerine ‘öksüz ruhlar’ deyimini kullanmıştı – ruhlar âlemine götürürüm.” Gözlerimi heybesine dikerek, “Şimdi o öksüz ruhlar,” dedim, “o heybenin içindeler mi yani?” Cevabını beklemeden dudaklarımı büzüp, küçümser bir tavırla “Desene bu sabah işlerin biraz kesat gitmiş!” Sakine’ninkine benzer bir kahkaha atarak, “Biliyor musun, bu heybe,” dedi, “daha tüm dünyadaki insanların öksüz ruhlarını alabilecek kadar büyüktür. Hem sen bizimle ilgili bilgi ve düşüncelerini yeniden gözden geçirsen iyi olur.” Menkıbeler ve dinle ilgi bilgilerimi güncellemem gerektiğini ima ediyordu. “Tamam! Öyle yapacağım… Söz!” dedim. Renk vermesem de Azrail’di ve ondan korkuyordum. “Ruhlar da pek küçücük şeylermiş,” diyecektim şöyle kinayeli tarafından. Dememe vakit bırakmadan, beyaz kanatlarını çırparak gökyüzünde süzülüp, bulutlara karışarak gözden kayboldu. Kanatlarının yarattığı soğuk hava anaforuyla, kulaklarımın arkasındaki birer tutam eprimiş saçlarım ürperdi. Söylenememiş laflarım ağzımda dondu kaldı. Üşüdüm. Tam o anda çok derinden gelen uzun bir çığlık duydum. Yerimden fırladım. Çığlık komşumun balkon tarafından geliyordu.
Balkona koştum. Sakine, ağlıyor muydu yoksa gülüyor muydu, anlayamadım. İki eliyle ağzını kapatmış bahçeye bakıyordu. “Günaydın!” diye homurdandım. Etraf bembeyazdı. Bahçedeki çiçek açmış erik ağacı, karların altında iki büklüm neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Komşum Sakine’nin ölmediğine sevindim. Hatta dönüp tekrar baktım gerçek mi diye… Gerçekti. Tekrar sevindim. Fakat kışın arsızlığına, baharın bu kadar geç kalmasına gücenerek, yatağıma döndüm. “İster misin,” dedim kendi kendime, “daha baharı görmeden melaike alıp bizi götürsün?”
Balkondan Sakine’nin şen şakrak sesi çınladı: “Kalk tembel herif… Kalk da gel… Kahvaltı yapalım!”