Seni ben geçmeyen koliklerle, saatlerce ayakta sallamalarla büyüttüm, bak oralar soğuktur, altına termal tayt giymeden sokağa adımını atma, bitki çaylarını karıştırdım, akşamları mis gibi demlersin çubuk tarçın da atarsın içine, sandıktaki el örgüsü patiklerden de koydum pakete, ev içinde giyersin sıcak sıcak, ayaklarını ve ellerini üşütmeyeceksin yavrum diye ince ince söyledim telefonda, Otacı Zarife’nin torunuyum, otlarım bir tek Sami’ye tesir etmedi ya, içimde ığıl ığıl oynaşan dertler büyüdü büyüdü, aşılmaz bir dağ oldu, sonra da beni yuttu o heybetli dağ, binbaşı kızıydım ben, el bebek gül bebek büyüdüm, sana hüzün yakışmaz der, olur olmaz her kaprisimi çekerdi babacağazım, evcağazım evcağazım sen bilirsin halcağazım, avaz avaz hüzün oldu kızın baba, duyma sen bunları yerinde rahat uyu, sırf karnımda yavrum var diye evlendiğimden bu yana emrindeki askerlere pata küte vurmaya alışmış bir teğmenin şuursuz atarlanmalarına, bavulunu toplayıp annesinin evine küserek gitmelerine dayandım, hâlbuki çocukken öbür adım sevgiydi benim, işte o da sakıncalı, niye mi, niye olacak sonradan da aynı sevilmeyi arıyorsun hayatında, fonda aynı frekansta çalacak şarkılar dinlemek istiyorsun, bulamayınca da kabuğuna daha çok çekiliyorsun, mutsuz çocuklar da eksik sevgilerini bulmak için arayış çamurunda debeleniyorlar, hep bir sevilme ihtiyacı, herkes sevgiyi arıyor ama sorun şu, az seveyim çok sevileyim hesabıyla yürümüyor bu iş, evrende denge var denge, balansın olmadığı her başlangıç çabucak bitmeye mahkûm, insan sürekli bitmeyen bir arayışın içinde sürükleniyor, sen ararken kaybetme kendini derdim kızıma, o da tuhaf tuhaf bakardı yüzüme, hayatım boyunca ellerini aradım ellerini, içine kötülüğün mayası katılmamış sevgilerle dokunacak şefkat dolu ellerini, dost olsun içimdeki masum kız çocuğuna, ben koltukta uyuyakaldığımda usulca üstümü battaniye ile örtmesini istedim, bir kez böyle küçük şımarıklıklarıma göz yumsun dedim, uyuyakaldığımda soğusun diye mutfak tezgâhının üzerine bıraktığım saklama kabındaki yemekleri buzdolabına koymasını bekledim, kaç gece uyuyakaldım sonra sabah gün ayarken o yemekleri çöpe attım, hastayken bana dırlanmadan bir bardak su vermesini, nasıl oldun diye sormasını, bir kez ben ona sevgiyle adım atmadan, onun bana doğru adım atmasını bekledim, elleri aradım elleri, elleri vardı ama benim için yoktu, yokluğun değişmeyeceğini çok sonra anladım, bekleme enerjisinde hayatın geçmeyeceğini de, ışık yılı kadar uzakta kalan o bekleyişlerden de vazgeçtim, kendi ellerimden akan çığlıkları yıkadım durmadan, belki bir gün bu defter eline geçer de okursun, içli defterimdeki söz yaşlarımı görürsün, bu cümlem de son cümle değil, nokta koymadan anlatacağım bu gece, Georges Perec,  Kayboluş adlı kitabını “e” harfi kullanmadan yazmış, bak işte öyle unutulmaz bir roman olmuş, dünyada bir ilk, farklı kitaplar oku, kütüphaneler o yaban ellerde kendini yalnız hissettiğinde sığındığın bir yer olsun, kendimde denemişim ben, kitapların arasında huzurun sesini duyarsın, doğal gazın ayarlarıyla çok oynama diye tembihledim, belli bir derecede açık kalsın, sen gittiğinden beri göğsümde saklı bir sevinç, şuracığımda atıyor pıt pıt, bazen o sevinç kabına sığmıyor ve pencereyi açıp benim kızım doktor çıktı diye bağırasım geliyor ama bağırmıyorum tabii, çilekeş dervişler gibi hamuş ve bişnev halindeyim çoğu zaman, susuyorum ve evreni dinliyorum nicedir, baban geçen doğum günümü unuttu sandım, akşama yakın suratım iyice düştü, yüzüm ekşi ekşi balkabağı tatlısını getirmeye gittim mutfağa, sonra bir baktım oda karanlık, orta sehpada kalpli bir pasta, mumları üfledim sonra da cebinden kırmızı bir kutu çıkardı, içinde ışıl ışıl elmas bir yüzük, sedef dişleriyle sırıtıyor Sami, geçmiş yıllarda çektirdikleri ayan mı oluyor bu adama bilemedim, uzattım parmağımı tam parmağımın ölçüsünde de almış yüzüğü şaşkın, her sinirlendiğinde anama babama ettiği hakaretleri, o koca elleriyle kafama küt küt indirmelerinin hepsi hüthüt kuşu oldu uçup gitti uzaklara, küçük bir elmas yüzük unutturmuştu bütün insani kıyımlarını, inan ki varsıl olma kaygım yok benim, servet düşkünü de değilim, ilerde kızıma evlâdiyelik bir elmas seti bırakma hayalim vardı, biliyorsun bu bereketli coğrafya kadınlarına Sultan’s of Dramaları yaşatacak zorlu dayatmalarla dolu, dünya işte bir tek yavrumun karşısına iyiler mi çıkar kötüler mi çıkar, belli olmaz, o yüzden bu alengirli sevincim, kutsal bir gündü ben doğmuştum ben, günün anlam ve önemine binaen tuttum dilimi, içimden konuştum ara ara, onu da duymaz bunca yıl duydu mu bundan sonra da duysun, dede yadigârı gramofonda Edith Piaf’ı açtı, vals havasıymış, bu dansı ona lütfeder miymişim, elimi avucuna aldı sonra götürdü sol göğsüne, kalbi benim için atıyormuş, senin sevgi dolu kalbin vardı değil mi, yıllarca kafamda kusursuzca oynayan kötü bir karakter ben yaratmışım meğer Ahistan’a uzun bir uçuştan sonra jetlag yaşayan benmişim, gün ışığında uyandır beni Sami, biyolojik ritmimi buldur bana dedim, akıl kimi anlamış ki bizi anlasın, hıh, yaşa yaşa gör temaşa, bu sayfa bitti, yarın devam ederim, belki yeniden cımbızlarım bazı yerleri, belki de,,,,,