Eda, taşındığı gün bir kere gördükten sonra yatak odasında balkon kapısı olduğunu daha önce fark etmemişti ya da unutmuştu. Odayı loş yapan kalın perdeleri hızla çekince cılız güneş ışığı sokuldu usulca odanın içine doğru. Kilidi sıkışan kapıyı güçlükle açtı. Üç metrekarelik küçük balkonun yarısı daha önceki kiracılardan kalma, ağzı yarı açık, yırtık, üstünü toz kaplamış kolilerle, poşetlerle doluydu. Bunların içinde plastik mutfak malzemeleri, yırtık terlikler, kıyafetler, defter ve kitaplar görülüyordu. Balkon, apartmanın arka bahçesine bakıyordu. Bahçede; bir zamanlar kömürlük olarak kullanılan, her daire için birer tane olmak üzere yan yana dizili, içinde farelerin cirit attığı, harabeye dönmüş minik odacıklar, bir erik ve bir de iğde ağacı vardı.  Küçük bahçenin hemen dibinde gri bir bina duvarı yükseliyordu. Ferah bir manzara vaat etmese de şimdilik hava almaya çıkabileceği yegâne yer burasıydı. Temizleyip güzelleştirmesi için bir gün uğraşması gerekliydi belki ama şu sıralar zamandan bol bir şeyi yoktu. 

İki haftadır evden çıkmamıştı. Önce, çalıştığı hukuk bürosu evden çalışılacağını bildirmiş, işlerin iyice durgunlaşması ile ikinci hafta yıllık izinler kullandırılmaya başlanmıştı. Bir yıldır hayalini kurduğu Olimpos tatili şimdi çok uzakta görünüyordu. Dört duvar arasında yıllık iznini kullanmak zorundaydı. Sonrasını bilmiyordu, belki ücretsiz izin belki işsizlik. Bilmediği çok şey vardı. Kırk yıl düşünse bir sabah distopik bir dünyaya uyanacağı aklına gelmezdi. Ancak filmlerde olurdu böyle şeyler. İşe gittiği o son Cuma günü, akşam iş arkadaşlarıyla gidecekleri konserin iptal olduğuna inanamamıştı. 

Havalı kafelerde gördüğü; önlerinde bilgisayarlarıyla, işyerine gitmek zorunda kalmadan çalışanlara imrenirdi eskiden. Oysa evden çalışmak zorunda kaldığı bir hafta kâbus gibi geçmişti. Görüntülü görüşmelerde tüm enerjisini yitirmişti. Toplantı masasında bazı şeyleri mimiklerle anlatmak meğer ne kadar kolaylaştırıyormuş işleri; bir göz kırpma ile bir yanlış anlama geçiştirilir, zorda kalınca Aslı’yla bir bakışmaları ona moral verirdi.

Evden çalışmak zor gelse de meğer bir kurtarıcıymış aynı zamanda. Bu sayede zamanın nasıl geçtiğini anlamıyormuş insan. Bunu, yıllık izninin ikinci haftasında bunaldığında fark etti. Arka arkaya izlediği yabancı dizilerin hangisinin kaçıncı sezonuydu, ucunu kaçırmıştı. Televizyonun karşısında uyuklayıp duruyordu. Sosyal medyayı takip etmeyi bırakmıştı. Ekmek yapmalar, yapbozlar, sanal müze sergi ziyaretleri hiçbirine istek duymuyordu. Kitap kurdu olmasına rağmen sehpası başlayıp bitiremediği kitaplarla dolmuştu. Sözcükler gözünün önünden akıp giderken hiçbir şey anlamadığını fark edip kitabı elinden bırakıyordu.

Son zamanlarda, gece yarıları aniden sıçrayarak uyanıyordu. Gün boyu bütün evi sinsice dolaşan belirsizlik rüzgârı, gece olunca şiddetini arttırıp fırtınaya dönüşüyor, zihninde bunca zaman çeşitli yöntemlerle kapalı tuttuğu, hatta yerini bile bilmediği ne kadar gizli saklı kaygı, korku kapısı varsa hepsini tek tek açıyordu. Açılan kapılardan unutmaya çalıştığı, unuttuğunu sandığı kötü anıları ortaya çıkıyor, hayalet gibi etrafında dolaşıyor, rüyalarına giriyor, karabasan gibi üstüne çıkıp onu nefessiz bırakıyordu. Çeşitli kurslarda öğrendiklerini; nefes alma, meditasyon yöntemlerini deniyordu. Kimisi bir süre işe yarıyordu: Olumsuz düşünce aklına geldiğinde top gibi yakala fırlat at, yerine güzel şeyler düşün. Tabii ya, benim mutlu anılarım da var diye tekrarlıyordu. Ancak bu geçici fayda sağlasa da huzursuzluğunun artmasını engellemiyordu. 

Sonunda, hep duyduğu ama hiç uygulamadığı şeyi kaygı ve korkularını yazmayı denedi. Yazdıkça kendi çukuruna daha fazla battığını, kaleminin kürek gibi daha derinleri kazdığını hissetti. Pes edip iyi hissetmek için uğraşmaktan vazgeçti. Kendini bıraktı, hatırlamaktan korkmadı, ne olacaksa olsundu. Kendine acıdı, kendini suçladı, değersiz hissetti, kendinden nefret etti. Gözyaşları önce ılık ılık aktı, sonra çekinmeden sesli sesli ağlamaya başladı, gözyaşları çağlayana dönüştü ve yavaş yavaş duruldu, uykuya daldı. 

Ertesi sabah uyandığında kendini hafiflemiş ve rahat hissetti. Müziği açtı, avaz avaz eşlik etti “benim güzel hatalarım var”. Son yıllarda gittikleri rock barlarda Athena’nın “Ben Böyleyim” parçasında “bir an bile vazgeçmedim kendi yolumdan” kısmından sesler daha da yükselirdi. Aralarından hiçbirisi kendi yolu olabileceğinin bile farkında değildi belki ama böyle söylemek hoşlarına gidiyor olmalıydı. Enerjisinin yükselmesiyle günlerdir dokunmadığı ev işlerine başladı, büyük bir temizliğe girişti. Balkonu fark ederek, kullanma fikri işte o esnada geldi aklına. Az da olsa güneş alabilirdi, yoksa bir çiçek gibi solup gidecekti. 

Balkon temizliği yaparken yan komşusunun balkonuna takıldı gözü. Kırmızı sardunyalar balkonun uzun kenarına sıralanmış, köşedeki tavana kadar uzamış sarmaşık gülü ise hoş bir hava yaratmıştı. Şimdiye dek yan komşusuna sunduğu kötü manzara için utandı. Alışverişe çıkabildiği zaman o da güzel çiçekler, saksılar alacaktı. Balkona küçük bir sehpa ve sandalye çıkardı. Günler sonra ilk defa kitabını okumaya daldı. Hafif bir rüzgâr esti, komşusundan gelen tarçın ve vanilya kokuları başını döndürdü. Gözlerini kitaptan ayırdığında, dirseklerini ve iri göğüslerini tüm ağırlığı ile balkon demirine yaslamış komşusunu gördü. Daha önce tanışmamışlar, birkaç defa kapıda karşılaşıp selamlaşmışlardı. Komşusu Meral Hanım yetmişlerinde, uzun boylu, kumral bir kadındı, iri yeşil gözleri ışıldadı:

 “Merhaba. Günlerdir kendi gölgem dışında kimseyi görmüyordum. Ne iyi ettiniz.” dedi. 

Eda gülümsedi, komşusu ilginç, zeki bir kadına benziyordu. Meral Hanım Eda’ya tarçınlı kurabiyelerinden ikram etti. Balkon dostluğu o gün böyle başladı. Sonraki günlerde balkonda tabaklar karşılıklı gelip gitmeye devam edecek, sohbetleri ilerleyecekti.

Meral Hanım emekli bir öğretmendi, idealistti, elindeki albümlerle eski fotoğraflarını tek tek göstererek her gün başka bir anısını anlatırken, Eda onu ilgiyle dinledi. Eda’ya ilk atamasının yapıldığı Eskişehir’in ücra bir köyünde ahır olarak kullanılan bakımsız yapıyı nasıl okul binasına dönüştürdüğünü, öğrencilerini, sonra kocasıyla tanışmasını aşkını, onun genç yaşında vefatını, çocukları tek başına yetiştirirken çektiği zorlukları anlattı. 

Bir aydır evdeydiler. Salgın hâlâ kontrol altına alınamamıştı. Eda yine geceleri aniden uyanıyor, bu kez kendini değil Meral Hanım’ı düşünüyordu. Onun anlattıklarından ve okuduğu kitaplardan ilham alarak öyküler yazmaya başladı. En sevdiği öykü yazarı okusa, nasıl yorum yapardı diye düşünerek yazıyordu. Ara sıra kötümserliğe kapılsa da hayatta her şeyin geçip gittiğini hatırlatan Meral Hanım’ın yatıştırıcı sözleri ile bir parça huzur bulmayı başardı. Hayatta sadece kötü şeyler olmuyordu, iyi şeylerin de gerçekleştiğini akılda tutmak gerekiyordu. Eda komşusuyla tanışmış ve onunla bir şeyler paylaşmıştı, yani bazen beklenmedik şekilde güzel olabiliyordu hayat.