Sayın Okuyucu,

Geçen sene bana, bir haftalık tatil yerine, aynı ülkede yirmi beş günlük tatil öneriyoruz deseler sevinçten havalara uçardım. Gezgin bir ruhum var, tek bir şey için para biriktiririm ben. Öyle evim olsun, arabam olsun gibi bir derdim de hiç olmadı. Seyahat tutkum arada bir de olsa başıma dertler açmadı değil; Uçak kaçırdım, eşyalarımı kaybettim, ceza yedim ama bu seferki bambaşka. Şubat sonunda güzel bir tatil hayaliyle çıktığım yolculuğumda, tatilimin ortasında bir yurt odasında kapana kısılacağımı hayal bile edemezdim. Getirdiğim iki kitap çoktan bitti. Kitaplar, dergiler, televizyon kanalları hep İtalyanca. Günlerce aynı odanın içinde yalnız olunca yazmak bir çözüm olarak kendiliğinden gelişti.

Kim olacağını bilmediğim, belki de hiç olmayacak sevgili okuyucum uzun mektubuma kendimi tanıtarak başlayayım; Lüks muhitlerden birinde meşhur bir kuaförde on üç yıldır manikürcü olarak çalışıyorum. Reklam olmasın diye isim vermiyorum. Bahşişler oldukça iyi. Onlara hiç dokunmadan döviz alıyorum. Her ay en az yüz Euro biriktiriyorum. Mesleğe önce yaz tatillerimde ortalığı süpürüp, çay kahve getirerek giriş yaptım. Ortaokul bitince de artık ben bir çocuk işçiydim. Zamanla ustalaştım, şimdi sadece bana manikür yaptırmak isteyen oldukça kalabalık bir müşteri grubum var. Yılda bir ay olan tatilimi de ancak dörde beşe bölerek kullanabiliyorum. Tatillerim öncesi çok yoruluyorum, sırtımın, boynumun ağrısından uyuyamıyorum ama uçaktan indiğim anda her şey geride kalıyor. Bir hafta olmayacağımı öğrenen müşterilerim için sabahın sekizinden gecenin onuna kadar çalışmanın yorgunluğu biranda uçup gidiyor. Zaten bir haftalık tatiller de yılda bir iki ancak oluyor.

 Ben güneydeki açık büfe otellerde bir ya da iki kez tatil yapmışımdır. Onun yerine bir ülkeyi ya da şehri keşfetmek bana daha anlamlı geliyor. Otuzuma doğru ilerlediğim bu günlerde bütün Avrupa’yı dolaşmayı becerebildim ve bununla da gurur duyuyorum. Nasıl gezdiğime gelirsek; ortaokul İngilizcesinin üzerine, belediyenin açtığı akşam kurslarının İngilizcesiyle derdimi anlatabilirim, aç kalmam ama bu kendi başıma gezmemi engelleyip beni turlara mahkûm ediyordu. Yine bir turda tanıştığım Esra sayesinde bambaşka bir geziyle tanıştım; Aylarca önce aldığımız promosyonlu biletle bir şehri keşfetmek. Babası İngiliz olan Esra, boşanmanın ardından annesiyle birlikte İstanbul’a geldiğinde sadece on iki yaşındaymış. Şimdi Mimarlar Odası’nda çalışan Esra da benim gibi gezmeyi çok seviyor. Biz bu promosyonlu biletlerle yurtiçinde de üç dört günlük tatillerimizde Mardin, Hatay, Gaziantep, Kars, Van, Trabzon gibi onlarca şehir keşfettik.

Gelelim bu gezimize; daha önce ekstra turlarla şehirden daha çok, şehir dışını gezdiğimiz Venedik, Roma, Floransa’yı kendimiz yeniden keşfetmeye karar verdik. Daha önce iki gece kaldığımız Venedik’te bir günümüzü Bled’de geçirince şehri tanıma fırsatı bulamamıştık. Bir de Venedik merkez yerine Mestre’ de kalınca şehrin gecesine dair bir fikrimiz bile olamamıştı.

 Üç gecesini Roma’ya ayırdığımız gezimize Venedik’ten başladık. Şehir merkezinde küçük bir otelde yer ayırtmıştık. Dar sokaklı, kanallı şehri gece yarılarına kadar kaybola kaybola keşfettik.  Dükler sarayını gezdikten sonra, meydandaki kafelerde, San Marco bazilikasını seyrederek Bellini içtiğimiz kadehleri, memleketimizden getirilen atları arka fon yaparak tokuşturduk. Rialto köprüsünü seyrederek kahvemizi içtik. Küçük kanalları dolaşan gondolları selamlayarak pizzamızı yedik. Murano camından yapılmış hediyelik eşyalar ve kolyeler aldık.

 Üçüncü günümüzde trenle Roma’ya geçtik. Trendeyken maskeli insan sayısında artış olduğunu fark ettik ama o zamanlar abartıldığını düşündüğümüz covid-19 gribinin hayatımızı nasıl değiştireceğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Öğlen saatlerinde ulaştığımız bu şehri de gece yarısına kadar gezdik. Aşk çeşmesi, İspanyol merdivenleri, Navona Meydanı ve Vatikan ilk güne sığdırdığımız güzelliklerdi.  İkinci günümüzü de Kolezyum, Pantheon, Aziz Petrus Bazilikası, Castel Sant Angelo ve Via Condotti doldurdu. Yorgun argın otele döndüğümüzde odamıza bırakılan bir duyuruyla gezinin sonuna geldiğimizi anladık. Otelin internetine girdiğimizde memleketimizle olan uçuşların kapatıldığını öğrendik. O gece çok yorgun olmamıza rağmen uyuyamadık, internet üzerinden ailemizle görüştük. Sabah elimize verilen paketlenmiş kahvaltı ve kahveyle bir öğrenci yurduna gönderildik ve ev hapsimiz başladı. Üç gece ayırdığımız Roma’yı yine tam anlamıyla keşfedememiştik. Keşfetmek bir yana sokağa bile çıkamıyorduk.

Başlangıçta yirmi üç gün kalacağımızı bilmediğimiz şehirde sadece markete gidip bir şeyler almamıza izin veriyorlardı. Şehrin biraz dışında sayılan sokağımızda apartmanlar birbirine bakıyordu. Her katta dört öğrenci odası olan bu yurtta merdiven başında iki tuvalet ve iki de banyo vardı. Normalde yan yana olan odalarda kalanların ortak kullandığı bu tuvalet ve banyoyu pandemi nedeniyle tek kişilik kullanıma dönüştürmüşler ve bize kilitli tutmamız için bir anahtar vermişlerdi. Sokağa bakan odalardan birinde ben, arka bahçeye bakan odadaysa Esra kalıyordu. İkimizin de yan odası boştu.  

Günde bir saat ücretsiz internet hakkımız vardı. Bir saati geçtiğimizde kullanıma devam etmek için kredi kartı numarası girmemiz gerekiyordu.  Odamızın bir köşesi mutfak olarak düzenlenmişti. Her odada televizyon vardı ama İngilizce yayın yapan bir kanalın dışında bütün kanallar İtalyancaydı. Esra İngilizce kanalı izleyip beni odadaki dahili telefonla bilgilendiriyordu günlük olarak. Akşamüzeri İtalyanlar balkonlara çıkıp aryalar söylüyorlardı. Yarım saatten uzun süren ve bizi mutlu eden bu aktivite başladığında Esra maskesini takıp benim odama geliyordu. Bir hafta öncesine kadar aynı odada yatıp, aynı banyoyu kullandığım arkadaşımla maskesiz görüşmekten korkar hale gelmiştik. Her gün hastalığa dair korkutucu bir şeyler öğreniyorduk ve içinde bulunduğumuz ülkenin gün geçtikçe artan ölen hasta sayısını duyunca zaten bozuk olan moralimiz daha da bozuluyordu.

Günümüzün ikinci güzel aktivitesiyse bir saatlik internet kullanımıydı. Ailemizle görüntülü görüşüyor, Türkçe bir şeyler okuma ya da seyretme imkânı buluyorduk. Paramız suyunu çekmişti. Daha çok kredi kartı kullanıyorduk ve ailemiz sürekli kredi kartı hesabımızı besliyordu. İnternetten okuduğumuz haberlere göre berberler ve kuaförler de kapatılmıştı. Sadece ben değil artık kimse işe gidemiyordu.

Başlangıçta hazır sandviç, çörek meyve alarak beslenmeye çalışmıştık ama baktık süre uzuyor, yemek yapmaya başladık. Daha çok makarna, salata yapıyorduk. Arada et ve sebze yemekleri yaptığımız da oluyordu. Alışverişe Esra ile birlikte gidiyorduk. Evimizden en fazla bir kilometre uzağa gitmemize izin verdikleri için karşımızdaki küçük market yerine daha uzak olan marketi tercih ediyorduk. Böylece hem yürüyüş yapıyor hem de her ne kadar tehlikeli olsa da dört beş günde bir, birkaç insan görerek, hayata karışıyorduk. Her markete gittiğimizde en az iki şişe şarap alıyorduk. İtalya’nın güzel şaraplarıyla durumumuz daha bir katlanılır oluyordu.

Yurda taşındığımız günden itibaren görüşmeye başladığımız elçilikten haber bekliyorduk. İtalya’da mahsur kalan öğrenci, turist ve çalışanları İstanbul’a götürecek bir seferin düzenleneceğini söylemişlerdi. Üstelik iptal olan uçuş hakkımızı bu seferde kullanabilecektik. Bugün nihayet aradılar, yarın öğleden sonra saat ikide kalkacak olan uçak için hazırlanmamızı, uçak saatinden iki saat önce yurdun önünden alınacağımızı bildirdiler. Sevinçten havalara uçtuk. Hemen valizimizi hazırladık. Yirmi altıncı günümüzün gecesinde memleketimizde olacaktık. On dört günlük karantina umurumuzda bile değildi. Sevinçten uyuyamayınca da önceleri günlük olarak yazdıklarımı toparlayıp elindeki bu mektuba dönüştürmeye karar verdim sevgili okuyucum.

Yaşadıklarımı hiç kimsenin yaşamaması dileğiyle…

Rezzan