Mutfaktan yankılanan çatal, bıçak gürültüleri çok rahatsız ediciydi. Bir de ardından yere düşen bardağın çınlayan sesi, tuz buz oluşu… Allah’ın cezası, tamam, erkenden uyandın da biraz saygı göstersen. Başını yastığa gömdü; atlas yorganı iyice üzerine çekiyordu ki daha yakınlardan ince, tiz bir ses geldi kulağına:

“Hişşt, hişt!”

Şöyle bir yorganı araladı, gözlerini korkuyla etrafta dolaştırdı. Kırık beyaz lake, biri aralık üç kapılı gardırobu, üzerinde bombeli parfüm şişesi, birkaç sedefli beyaz oje bulunan şifonyeri,  güneşi hafifçe sızdıran koyu gri güneşlikleri, kocasının ısrarla başucuna astığı kaynanasının musafı…

“Bana bak bana! Ne zamandır bekliyorum burada?”

Gözlerini ovuşturdu, gardırobun üzerindeki pembe deri bavulun kilitleri göz kırpar gibi açılıp kapanıyordu.  “Yok, canım!” diyerek yorganı iyice çekti;  kalbi çıkacak gibi atıyor, elleri ayakları uyuşuyordu. Bir daha uzattı kafasını, yok, yok, kötü bir kâbus, diye düşünürken,  “ sen gelene kadar çay acıyacak,’’ diye seslendi içeriden öksürüğe boğulmuş kocası. Peki, bana kim acısın?  İsteksizce kalktı;  o geceden sonra beş yıldır ilk defa giydiği yavruağzı ipek geceliğin üzerinde elini gezdirdi. Ne zamandır bavulundaydı, dün can sıkıntısından dolapları eşelerken eline geçmişti. Sarı sarı sandık lekeleri fistolu yakasında, bir de arkasında hep tekrarlayacak olan bir acının sonunda oluşan ve ne kadar uğraşsa da çıkaramadığı ufak bir kan lekesi. Aceleyle askılarını omuzlarından düşürdü, yere süzülen ipek kumaşı ayağıyla itekledi. Kafamı ütülemişlerdi, nikâhta keramet var, diye. Ben de inanmışım, saf şey. Kaba, saba ama belki ruhu incedir. Ne hayaller ama… Yaşlı babası, “bu adam kurtuluşumuz. Borçlarımızı ödemeyi kabul etti. Evimizden olmayacağız bu yaşta,”  deyince pencereden dışarı boş gözlerle bakmıştı.

“Geceliğini bavula koy, unutursun sonra.”

Kulaklarını tıkayıp başını iki yana çaresizce salladı;  aceleyle üzerine günlük ev elbisesini geçirdi.  Salona çıktığında beyaz atleti, lastikleri gevşemiş soluk lacivert eşofmanı ile masanın ucundaki sandalyede, ağzını şapırdatarak kıtlıktan çıkmış gibi tıkınan kocasını gördü. Kırmızı domates yüzlü adam sol elinin serçe parmağını dişlerinin arasına sokmuş karıştırırken, diğer elindeki çatalı sucuğa saplamaya hazırlanıyordu. Kızarmış ekmek kırıntıları yerlere dökülmüş,  zeytin çekirdekleri masanın üzerinde sağa sola atılmış,  çilek reçeli damlayıp kırmızı bir leke oluşturmuştu.  Güzelim örtüyü bile kaldırmamış yine mendebur. Gördüklerinden midesi bulanınca sessizce banyoya geçip, yüzüne birkaç avuç su atarak kendine gelmeye çalıştı. Kurulanırken bir taraftan da etrafı dinledi;  sadece yukarıdaki dairenin sifonunun sesi duyuluyordu.  “Kâbusmuş işte, kâbustan bol ne var ki bende,” diye söylendi.  Adam zor kapanan yeleği ile nefes nefese oturmuş, nikâh memurunun verdiği dolma kalem kıllı küt parmaklarında kaybolmuştu. Davetliler damadın yanında küçücük kalmış genç kıza bakıp, “ tuh, tuh,”  diyerek fısır fısır konuşuyorlardı.   İki tane kamyonu vardı adamın.  Birinde kendisinin çalıştığını duyunca sevinmiş, hiç olmazsa uzun süre uzaklarda olur,  diye avutmuştu kendini.  Ama daha bir yıl geçmeden görme sorunları çıkınca şoförlük yapamaz ve evden çıkamaz olmuştu adam.  “Çay soğudu bak ona göre,”  dedi içeriden yine kocaman sesiyle. Tutuna tutuna yatak odasına döndü, her gece kıvrıldığı bir karışlık yere ilişti. Akşamdan kalma izmarit kocasının başucunda küllükte. Yanmış tütün kokusu odayı doldurmuş.

“Hadi, ama. Ben hazırım.”

Uzun bir yastık ölü gibi uzanmış yatağın başucunda. Dokunduğu her yer hissiz. Uykuya daldığında hep aynı rüyayı, kendini tozlu bir yolda yürüyorken görürdü. Elinde pembe bavulu. İki yanında ayçiçek tarlaları,  pamuk kozaları, bazen ince bir dere zamanla beraber hızla akardı. Bilinmeyene doğru yürümenin endişesiyle korkak adımlarla ilerlerdi. Ellerini, parmaklarını oynattı. Yastığın sağına soluna minik yumruklar attı. Gözü gardrobun üzerinde kilitleri kıpır kıpır bavulunda.  “Hişt, hadi ama artık!”  sesiyse kulağında…