Tüm cesaretini toplayıp yoğun bakımdaki babasını ziyaret etmeye karar verdi.  Hastaneye giderken arabayı sanki bir başkası kullanıyordu.

Hastanenin güvenliğine yoğun bakıma geldiğini söylerken boğazı düğümlenmiş, sesi belli belirsiz çıkmıştı.  Boğazını temizleyip tekrar ederken güvenlik görevlisinin yüzünde ona acıma ifadesi aradı. Fakat bulamadı.

Asansöre doğru ilerledi ve yoğun bakım ünitesinin olduğu katı tuşladı.  Asansördeki yazılım, katın numarasını yüksek sesle tekrarladı.  Etrafındaki insanlardan yine bir çekindi.  Herkesin ona acıyacağı hissini üzerinden atamıyordu.  Asansör kapısının açılmasıyla yoğun bakım ünitesi yazısını gördü ve düşüncelerinden sıyrıldı.  Duvardaki ahizeyi eline aldı.  Elleri titrediğinden dahili numarayı beceriksizce tuşladı.  Birkaç saniye sonra yoğun bakım hemşiresi telefona cevap verdi.  Önce ne diyeceğini bilemedi.  Babası için geldiğini belirten birkaç kelime çıktı ağzından. Sesini kontrol etmeye çalışarak babasının adını tekrarladı.  Hemşire birkaç dakikaya onu alacaklarını söyledi. Büyük bir rahatlamayla ahizeyi yerine koydu.

Kapının önünde anne oğul diye düşündüğü iki kişi vardı. Kaçamak bakışlarla yüzlerine baktı ve onların ne durumda olduğunu anlamaya çalıştı. Arada onların da kendine baktıklarını fark etti.  Herkes aynı duygularda olmalıydı.  Bir süre sonra rahatlamak için o küçücük alanda volta atmaya başladı. Kendini burada nasıl bulduğunun sahneleri bir bir canlanmaya başladı.

Bundan bir ay önce babası ve abisi karşı kanepede oturuyorlardı.  Babası yürürken nefes nefese kaldığından, hareket etmekte zorlandığından abisi onu birkaç doktora göstermişti. Kardiyoloji doktoru kalp kapakçığında bir problem tespit etmiş ve olası senaryoları sıralamıştı.  Babasının kalp ameliyatı olması gerekiyordu.  Fakat yaşının ileri olması sebebiyle masada kalma ihtimali de vardı.  Ameliyat olmama opsiyonunda ise babası bir yıl içinde yüzde doksan felç olacaktı. Felçli yaşamanın ne anlama geldiğini tüm aile çok iyi biliyordu.  Dedesi on iki yıl felçli kalmıştı.  Hatta ilk çocukluk anıları; babasının dedesini tıraş etmesi, ona banyo yaptırması ve onu yürütmeye çalışmasıydı. Abisinin yani evin ikinci babasının ameliyattan yana olmasıyla karar verilmiş oldu.

Kalp ameliyatı öncesi damarlara bakılması gerektiğinden babası anjiyo olacaktı. Anjiyo günü babasını hastaneye götürdü. Babası hayatı boyunca her işini kendi yapmış, bir bardak su bile istememişti kimseden.  Operasyon öncesi pijamasını kendi giydi, yastığını kendi düzeltti.  Tuvalete yürürken koluna girilmesine izin vermedi.

Bir canlılık gelmişti babasına. Tıpkı çocukluğundaki gibi babası anlatıyor, o dinliyordu. Babası kırk senesini idealist bir öğretmen olarak geçirmişti. En belalı okullardan yüzlerce öğretmen yetiştirmişti.  Derslerdeki konuları, okula götürdüğü gazete kâğıdı kaplı kitaplardaki hikayelerle sımsıkı bağlardı. Hiçbir öğretmenler gününde hediye kabul etmedi.  Fakat öğrencilerinin ona öğretmenler gününde sıkma, bazlama, yufka ekmeği getirmesini de engelleyemedi.

Anjiyoya girerken son kapıya kadar babasını uğurladı.  Operasyondan getirdiklerinde babası halsizdi. Suyunu yine kendisi almak istediğinde karnında altı kiloluk ağırlığın olduğunu ve hareket etmemesi gerektiğini zorda olsa kabullendi. Babasına suyunu pipetle içirdi.  Sıra tuvaletini yaptırmaya geldiğinde ilk seferinde ikisi de birbirinden çekindiler.  Görevlilerin getirdiği yoğurdu ekmekle yedirdi babasına.

Tüm bunları yaparken çocukluğunda babasının da onun için aynı şeyleri yaptığını düşündü.  Babası, dedesine evlatlık görevini sonuna kadar yerine getirmişti.  Fakat hiçbir zaman çocuklarına o yaşlandığında ona bakmaları gerektiğini söylememişti. Yaptığı bu evlatlığı görmek de çocukları için yeterli olmuştu.

Yoğun bakım ünitesinin kapısının açılmasıyla içinde bulunduğu ana geri döndü. Görevlinin yüzünde yine acıma ifadesi arasa da hiçbir şey göremedi. Verilen önlüğü çarçabuk giymeye çalıştı.  Bir koridor ve bir kapı daha geçtikten sonra babasını camların ardından gördü. Odaya girdi ve öylece kaldı.  Solunum cihazına bağlı babası gözleri kapalı yatıyordu.  Tabii sadece solunum cihazına değil kablolarla birçok makineye bağlıydı.  Birkaç dakikası olduğunu bilmesine rağmen cihazlara bakmaktan, her birindeki o dıt, dıt seslerine bir anlam yüklemekten kendini alamadı.

Babası kötü bir şekilde servisten yoğun bakıma alındığından onu kötü göreceğini düşünmüştü. Fakat babası beş yaş gençleşmiş görünüyordu.  Bir an umutlanıp sevinçle konuşmaya başladı.  Duygulardan bahsetmeyi sevmeyen babasına o güne kadar söyleyemediği ne varsa söyledi.  Dokunmak yasak olduğundan gözleriyle vücudunun her bir yerini sevdi. Son bir aydır ona her baktığında onun görüntüsünü, sesini ve mimiklerini hafızasına kazımak istiyordu.  Birçok şey söylemesine rağmen sadece “Babam, uyanacaksın değil mi?” dediğinde babasının gözlerinde bir kıpırdama oldu.  Konuşmaya, onu sevdiğini söylemeye devam etti. Tekrar bir deneme yapıp “Baba, bize geri dönecek misin?” dediğinde göz kapakları yeniden hareketlendi.  Babası onu bir şekilde duyuyordu.

Görevli sürenin bittiğini haber verdiğinde telaşla babasına doğru dönüp onu her gün ziyarete geleceğini, yalnız olmadığını, onu özlediklerini, buradan çıkacaklarını bir bir sıraladı. Yoğun bakımdan çıktığında ise darmadumandı. O güçlü, neşeli, umutlu hali yerini kırgın, acılı, kaygılı bir hale bırakmıştı.  Eve giderken onu götürememek çok koyuyordu.  Üstelik bir daha eve götürebilecek mi onu da bilmiyordu.

Görevliye hafta sonu da babasını görüp göremeyeceğini sordu.  Görevli onun yüzüne dikkatlice baktı ve “Sen gel, ben seni içeri alırım.” cevabını verdi.  Görevlinin yüzünde, o gün aradığı acıma ifadesini değil şefkati görmüştü.  Yüreğini minnettarlık kapladı.

On beş gün umutla, umutsuzlukla aynı sahneleri yaşadı.  Babasının vücudundaki her bir noktanın renk değişimini, gitgide ödem toplayışını, sakalının günbegün uzayışını izledi.  Bu sefer anıları anlatma sırası ondaydı.  O birkaç dakikalık zamanlarda hiç susmadan anlattı.  Motorun önüne onu, arkasına abisini koyup her hafta sonu onları denize götürmesini, yolda giderken karşılaştıkları kamyonlardan düşen patlıcanları toplayıp denizden çıkınca iştahla yemelerini, elektrikler kesildiğinde “Ben Yalnızım” şarkısını hep beraber söylemelerini, yankıyı öğretmek için dağlara karşı bağırıp seslerinin tekrarlarını saymalarını, duygularını belli etmemek için onların yaptığı güzel şeylere bıyık altı gülüşlerini…

Ve bir gece, saat 00:10’da telefonu çaldı.  Açar açmaz kulağına o alıştığı dıt, dıt sesleri gelince zaman durdu.  Hemen abisini aradı ve orada buluşmakla ilgili bölük pörçük birkaç cümle söyledi.  Nasıl hazırlandığını, hastaneye nasıl gittiğini, yoğun bakım katına nasıl çıktığını bilmiyordu.  Karşısında, şu son bir ay aileyi güçlü tutmak için dimdik durmuş, gözleri kıpkırmızı olan abisi vardı.  Bir süre sonra doktor kapıda belirdi ve babalarının yaşamının son bulduğunu bildirdi. Ne yüzünde ne sesinde hiçbir değişim olmadan “Babamı görmek istiyorum.” dedi.  Doktor bunun mümkün olmadığını aşağı kata geçirildiğinde, morga demek istemişti, onu belki görebileceklerini söyleyip kapıya yöneldi.  Tekrar yüksek sesle “Babamı görmek istiyorum.” dese de olumlu bir yanıt alamadı.  Abisi onun için getirdiği suyu verip asansörü çağırdı. Asansöre binerken “Göstermiyorlar bile.” dedi ve göz yaşları yanaklarından süzülmeye başladı.

Babasını yıkarlarken, tabutunun başında ağlarken, onu bir çukura koyarlarken, gömüldükten sonraki gün telaşla mezarın durup durmadığını kontrole giderken, yıldızlara bakarken, babasının en sevdiği eşyası olan ve şimdi onun yatağında duran walkman’ini tutarken, kulaklarında yankılanan ve bundan sonra hep yankılanacak olan bir ses vardı; dıt, dıt.