Bahar gelmişti. Yine de dersliğin ortasındaki odun sobası yanıyordu. Güneş yüzünü gösterince, oyun oynamak için sabırsızlanan öğrencilerini teneffüse çıkardı Eylül Öğretmen. Onların neşeli kahkahaları ortalığı çınlatırken etrafı toparladı. Zorlu bir kışı geride bırakmışlardı ve bir yıl daha bitmişti. Midesi guruldayınca, bu sabah da kahvaltı etmeyi unuttuğunu hatırladı. Dersliğin girişinde duran, muhtarın “Bu da bizim hediyemiz olsun, öğretmen hanım” diyerek yerleştirdiği tel dolaptan bir parça yufka ekmek, biraz peynir aldı.  Sobanın üstünde kaynayan demlikten tavşan kanı bir çay doldurdu, kapının önüne çıkardığı sandalyeye oturdu. Bir yandan yiyiyor bir yandan neşe içinde oynayan öğrencilerini izliyordu. Ekmeğinden daha birkaç ısırık almıştı ki okulun bahçesine kocaman bir tırın yanaştığını fark etti.  Çocuklar ondan önce koşmuş, merakla aracı izliyorlardı.  Şoför araçtan indi, “Eylül Başaran burada mı?” diye sordu. Çocuklar da hemen öğretmenlerini gösterdiler. Araçtan üç adam daha indi.  Okulu yenilemek için gelmişler, yanlarında epey de malzeme getirmişler, öyle söylediler. Eylül ne olduğunu anlamaya çalışırken, çocuklar çoktan mutlulukla dans etmeye başlamışlardı.  Şoför Eylül Öğretmen’in eline kapalı bir zarf tutuşturdu. Üstünde hiçbir şey yazmıyordu, zarfı açtı, okumaya başladı. Mektup babasından geliyordu. “… Elbette burada, her zaman yanı başımda kalmanı dilerdim. Ama sen gitmeyi tercih ettin. Güzel kızım, sen elinden gelenin en iyisini yaptın, üstelik şu inatçı babana rağmen. Yanında biz olmadan da var olabileceğini, başarabileceğini ispatladın. Seninle gurur duyuyorum” Eylül gözyaşları içinde mektubu okurken adamlar işe koyulmuştu bile. İki koca yılın sonunda babasının onunla kurduğu ilk iletişimdi bu. Şaşkın mı, mutlu mu, üzgün mü hissettiğini bilemiyordu. Duyguları karmakarışıktı. Buraya gelmek için yola çıktığı günü hatırladı.

Trenden indiği zaman pek şaşkındı, pek pişmandı. Yolculuğa hazırlanırken içine biriktirdiği duygular yavaş yavaş onu terk etmişti. Görev yapacağı şehre yaklaştıkça cesaret, kararlılık, umut, heyecan yerini, yalnızlık ağacının gölgesinde hızla büyüyen kapkara bir korkuya bırakmıştı. Doğduğu günden bugüne ilk kez bir başına yaşayacaktı. Hem de hiç bilmediği bir yerde, hiç tanımadığı insanların içinde. Akşam yorgun argın evine döndüğünde mutfaktan çıkıp tüm evi saran mis gibi anne yemeği kokusu olmayacaktı. “Senin yüzünden kilo alıyorum” sitemlerini kimseye yapamayacaktı. Yeni atanan okul müdürünün can sıkıcı sohbetinden şişmiş, sürekli şikâyet eden bir velinin dertlerini dinlemiş, üstelik trafikten bunalmış bir halde eve dönmüşken başını göğsüne yaslayıp “Hadi biraz dinlen kızım” diyen biri olmayacaktı. Tüm bunları bir kez daha hatırlayınca kendini çırılçıplak kalmış gibi hissetti. Sonra babasının “Kızım senin derdin ne allasen? Gül gibi işimiz var, gel, geç işinin başına. Öğretmenlikten ne kazanıyorsun sanki?” diye başının etini yiyemeyeceğini düşündü. 

Üsküdar Salacak’ta doğup büyüdüğü evden Kız Kulesi’ni izlerken, binlerce yıl önce oraya hapsedilmiş prensesle aynı kaderi yaşadığını hayal ederdi. O baba da kızını korumak istemiş, kaderin önüne geçebileceğine inanmış, en büyük zenginliğini, özgürce yaşama şansını elinden almıştı. İşte Eylül’de tıpkı o prenses gibi bir şatoya kapatılmıştı. Eve yakın bir okulda öğretmenlik, özenle seçilmiş arkadaşlar, dost ve akraba torpilleriyle kariyer planları.  Bu yaşına kadar bir tek mesleği konusunda çizginin dışına çıkabilmişti. Öğretmenlik… Babasının onaylamadığı bir işti. Boşuna çabaydı ona göre. Geçici bir heves olduğuna inanıyordu. Biraz bu sebepten ve biraz da annesinin baskısıyla zaman tanımıştı kızına. En nihayetinde havlu atacağını düşünmüştü. Ta ki otuz iki yaşında, seçilmiş hayatını geride bırakıp Kars’ın ücra bir köyünde öğretmenlik yapmaya karar verinceye kadar. 

Babasının tren garında onu yolcu ederken bir büst gibi kıpırtısız duruşunu hatırladı.  Küskün ve kırgın bakmıştı. Küçük kızı bir kez daha sözünü dinlememişti. Bir başına, olmayacak bir maceraya atılıyordu. Yataklı vagondan bilet almak için ısrar etmişti. Eylül kendisine göz kulak olması için kondüktöre de sağlam bir bahşiş verdiğinden emindi. Özel okuldan ayrılıp yeniden devlete döneceğini, üstelik görev yeri olarak ülkenin en ücra köşesini seçtiğini söylediği gün bu havadis eve bomba gibi düşmüştü. Saatlerce tartıştıktan sonra Eylül’ün son sözü “Baba artık çocuk değilim lütfen artık büyümeme izin ver” olmuştu. Aralarındaki bağ birbirlerine direndikçe lime lime oluyordu. Annesi de bu duruma çok üzülüyordu.  Eylül her şeyin farkındaydı. Ama her zaman yaptığı gibi, kimseyi üzmemek için geri adım atan kişi olmak istemiyordu. Bu defa aldığı karardan dönmeyecekti. Gidecekti.

Yolculuk başladı. Bir başına trendeki odasında oturmaktan sıkıldı. Yaşayacağı yerdeki insanları bir an önce tanımak istiyordu. En azından onların soluduğu havayı solumalı, konuşmalarına kulak misafiri olmalıydı. Babası son defa hayatına karışmış ve yataklı vagon konusunda diretmişti. Baba kızın arasında yıllar içinde böyle sağlıksız bir iletişim yöntemi gelişmişti. Baba emrivaki yapıyor, kız direniyor, en sonunda çaresiz kabulleniyordu. Kendi kendine kızarak dışarı çıktı. İnsanların kalabalıklar halinde üst üste yığıldığı vagondan geçti. Akşam olmuştu. Ağlayan bebekler, horlayan ihtiyarlar, kimseye aldırmadan bağıra bağıra konuşanlar, yemek sepetini açmış kokusuna aldırmadan soğanı sarımsaklı yolluklarından yiyenler, tuvalet sırasında bekleyenler. Orada fazla kalamadı, koşar adım vagonuna geri döndü. Üstüne yapışan kokudan kurtulmak için camı açtı. Hava buz gibiydi. Derin derin nefes aldı verdi. Bu vagonda olduğu için mutluydu. Ve itiraf etmek istemese de babasına da minnettardı. Ama içinde bir yerde direnmeye devam ediyordu ve şöyle diyordu: “Aslında bu zaman içinde öğretilmiş bir konfor ihtiyacı. Geçecek…”

Sabah olduğunda trenin buharlanmış penceresinden dışarıyı izledi. Az yol kalmıştı. Anlatıldığı gibi her yer bembeyaz kardı. Dışarda tek bir canlı bile görünmüyordu. Sanki yaşam bu beyaz örtüyle bir süreliğine uykuya dalmıştı. “Acaba İstanbul’da şimdi hava nasıldır? diye bir düşünce geçti aklından. Yüreğinde küçük bir sızı hissetti. Şimdiden doğup büyüdüğü şehri mi özlemişti? “Ne gidebiliyorsun ne kalabiliyorsun. İnsanları suçlamaktan vazgeç be kadın! Asıl ne yapacağını bilmeyen sensin” dedi kendi kendine. Ve madem bu yola girmişti artık geride kalanları daha az düşünmeli önüne bakmalıydı. 

İstasyon beklediğinden kalabalıktı. Trenden inerken soğuk bir tokat gibi çarptı yüzüne. Çok şaşkın bir parça da pişman attı adımlarını. Babasına açtığı savaş ya da çocukça bir inat uğruna mı düşmüştü yollara? Zamanı geri alsa, şimdi çılgınca gelen bu maceradan vazgeçse ne iyi olurdu. Donup kalmış gibiydi. Ne ileri gidebiliyor ne geri dönebiliyordu. Biri yaklaştı yanına, ince uzun yaşıtı gibi görünen bir adam. O kürklü kabanına sımsıkı sarılmış, titremesini bastırmaya çalışırken, genç adam karşısında sadece takım elbise ile duruyor ve hiç üşümüş gibi görünmüyordu. “Hoş geldiniz Eylül Hanım” dedi. İlçe Milli Eğitim Müdürü olduğunu söyledi.  Kendisini karşılamaya gelmişti. Kaç öğretmen İlçe Milli Eğitim Müdürü tarafından tren garında karşılanırdı ki? “Tabi ya. Ah baba” dedi içinden. Ama asıl sürpriz o değildi. Aylardır okullarına atanacak yeni öğretmeni bekleyen öğrencileri de yanında gelmişti. Çocuklar ellerinde bayraklar, hep bir ağızdan “Hoş geldiniz öğretmenim” diye bağırdılar. Hepsi incecik kazaklarla, eski püskü ayakkabılarla karşısında duran on beş, yirmi kadar çocuk. Güzel bakan, güzel gülen çocuklar. Birden içinin ısınmış artık soğuğu hissetmez olmuştu.

Tadilat tamamlanınca okulun yeni halinin fotoğrafını bastırdı bir zarfa koyup babasına yolladı. Arkasına da kısa bir not ekledi: “Babacım buradaki görevim tamamlandı, yeni dönemde Sivas’ta olacağım. Ama yaz tatili için yanınıza dönüyorum. Seni her zaman çok seven kızın Eylül”