Motorla her hafta sonu denize ulaşmak için gittiğimiz yolda o an bir bilinmeze doğru yol alıyorduk. Babam ortamızda, ben onun önünde, abimse arkada oturuyordu. Rüzgâr vurdukça gözlerime dolan yaşlar kuruyor, içimde biri, korkudan çığlıklar atıyordu. Bitmiyor, yol bitmiyordu!
Babam, akşam eve geldiğinde abim de evde olsun isterdi hep. Ben pencerede abime eve gelmesi için yalvarır, abimse topun peşinde ne akşam olduğunu ne de babamın geleceğini düşünmez, koşturur dururdu. Gözüm bir abimde bir sokağın köşesinden görünecek babamdaydı. Ve sonunda babamın kemerine asılı anahtarın şıngırtısı kulağımda çınlayınca her şey durur, kıpırdayamaz, nefes alamaz olurdum. Babam içeri girer girmez her zamanki gibi anneme bağırır çağırır, her defasında elini kaldırır fakat vurmadan geri indirirdi.
Hasta olduğumuzda çorbamızı yapıp başucumuzda bekleyen, gece “su” dediğimizde elinde bardak yanımızda biten, her hafta sonu abimle beni alıp bir yerlere götüren, gittiğimiz o yerlerde bizimle bol bol sohbet eden de bir babaydı o!
Annesine tapardı babam ama annesi çok suratsız, sevgisini gösteremeyen bir kadındı. Babası felç geçirdiği gece yedi yaşındaki babam, doktor çağırmaya diğer mahalleye ağlaya ağlaya gitmiş. Derdi ki biliyordum, babamın bir daha iyi olamayacağını biliyordum. Felçli babasının banyosunu, tıraşını hep o yaptırtmış. Bir defasında beni de götürdü ve babasına dokunuşundaki şefkati gördüm. Annesi hastaneye yatırıldığında gündüz çalıştı, gece başında bekledi. Kırk gün sürdü bu böyle. Annesinin bitkisel hayata girdiğini biliyor fakat ondan bir türlü ayrılamıyordu. Seven fakat sevildiğini hissedememiş bir evlattı babam!
Gelgelelim, akşamları, onun eve dönme saatleri kâbusumuzdu. Evde top oynarken lambayı kırmışsak, yemeği az yemişsek, ders çalışmamışsak korku saatleri başlardı. Annem her defasında sonucun ne olacağını bile bile canavara dönüşecek bu adama suçlarımızı sıralardı. Canavar hemen pantolonunun kemerini çıkartır abimin vücudunu kızartana kadar döverdi. Suç bende olsa bile dayağı abim yerdi. “Ben yaptım” diye ağlaya ağlaya bir köşede abimin dayak yemesini izlerdim. O an annem, abimi canavarın elinden almaya çalışsa da arada kalıp bir darbe de o yerdi. Abim çok zayıf bir çocuktu. Bu dayaklara o küçücük bedeni nasıl dayanırdı hâlâ anlayamam. Abimin bedeni kadar zihni de çok dayanıklıydı. Dayağı o yerdi ama babamdan daha çok korkan ben olurdum.
Bir karne günü abim eve üç zayıf getirince babam sinir krizi geçirdi. O zamanlar tetrisler vardı; böyle cep telefonundan biraz daha büyükçe bir oyun aleti… O dönem gece geç saatlere kadar onunla oynuyor hatta kim oynayacak diye kavga ediyorduk. Babam birden paylaşamadığımız tetrisi alıp karnedeki zayıfların suçlusu olarak duvara fırlattı. Baş sorumlu abim bir köşede ağlıyor bense yine onun gerisinde kalbim duracakmış gibi bacaklarıma kapanmış yerde oturuyordum. Babam bir hışım kapıyı çarparak odadan çıktı. Abim saniyelik bir değişimle ağlamayı bırakıp tetrisin yanına koştu. Artık aklında ne zayıf vardı ne de on beş tatilde babamın bize yaşatacağı azap. O günden sonra ekranı çatlak bir tetrisle kim oynayacak kavgasına devam ettik.
Yine bir gün babam, yeni aldığı patates kesme aletini deniyordu. Aletle patatesleri tırtıklı kesip bize gösteriyordu. Abim illa kendisi yapmak istedi. Babam, “Elini kesersin, bırak” dese de dinlemedi. Babam patatesleri kızartmak için tavayı ocağa koyacakken bir de baktık abim ortalıkta yok. Bir süre patateslerin kızarmasını izledik, sonra babam dayanamayıp içeri gitti. Abim yatağına girmiş, yorganı da üstüne çekmişti. Babam “Çık” diyor, abim “Uykum geldi” diyordu. En son babam yorganı çekti aldı üstünden. Bir de baktık bizimki parmağını kesmiş, ağlıyor. Tabii, korkuyor babamdan da… Sonuçsa bir tokat ardına dört dikişti.
Babam düşmemize, hasta olmamıza çok kızardı. Bir gün koşarken dizimi yaraladım. Babam görmesin diye dört gün aynı pijamayla dolaştım. Banyo zamanı geldiğinde bir de baktım pijamam yaraya yapışmış, çıkmıyor. O birkaç dakika içinde pijamamı yaradan ayıracağım diye ecel terleri döktüm. En son acıya filan bakmadan çekip çıkardım pijamayı. Mikrop kapmıştı yara; hem bacağımda hem de içimde bir iz olarak kaldı.
Babam abimi her gün ders çalıştırırdı. Alırdı kitabı eline, bir bir anlatırdı konuları. Abim de dinler gibi görünür ama parmaklarına doladığı iple türlü oyunlar yaparak beni güldürmeye çalışırdı. Biz gülerken de babam abimin kafasına bir tane patlatırdı. Abim dersin gerisini artık ağlayarak dinlerdi. Bir yaz, yaylada babam abimi Anadolu Lisesi Sınavı’na çalıştırıyordu. Babam kitap elinde okuyor abimse bana komik suratlar yapıyordu. Babam bunu görür görmez çıldırdı. Saydı, sövdü ve hayli kalın kitabı balkondan fırlattı. Evimiz ikinci katta, eğimli bir bahçeye bakıyordu. Kitap eskiydi, düşerken sayfaları pul pul dağıldı ve yağmur gibi yağdı tüm bahçeye. Babam kıpkırmızı evden çekip gitti. Abimle birbirimize bakıp gülmeye başladık. Abim çok rahatlamıştı kitabın atılmasına. Haklıydı da; daha dördüncü sınıfa giden bir çocuk dışarıda koşup oynamaktansa sürekli sınava çalıştırılıyordu. Keyfimiz çok sürmedi. Babam geri geldi ve bizi bahçeye kitabın sayfalarını toplamaya gönderdi. O sıcakta sayfaları toplamak ve bir araya getirmek zorunda kaldık.
O gün yine annem, babam eve gelince kavga ettiğimizi anlattı ona. Babam, yıllardır kardeşleriyle küs olduğu için kavga etmemize dayanamıyordu. En öfkelendiği şey buydu. Annemi dinledikten sonra kıpkırmızı kesildi ama hafta sonu cezasını vereceğini söyledi abimin. Hafta sonuna kadar geçen iki gün ne dayak ne de sövme vardı. Korkum her an daha da büyüyordu. Babamın istediği şeyleri yaparak onu yumuşatmaya, aklındaki her neyse ondan vazgeçirmeye çalışıyorduk fakat babam adeta tepkisizleşmişti. Cumartesi sabah erkenden kaldırıp ayakkabılarımızı giymemizi istedi. Biz harekete geçmeyince de kapıya doğru itti. Annem durdurmaya çalıştı ama onu da eliyle savuşturdu. Babam hiç konuşmuyor bizi ite kaka motora bindiriyordu.
O yol ömür boyu gittiğim en uzun yol oldu bana. Sonunda bir orman yoluna girdik ve birkaç çalının olduğu yerde durduk. Babam abimi ileriye doğru itti. “Seni uyarmıştım. Git şimdi, nereye gidersen, git” dedi. Abim yanımıza gelmeye çalışıyor, ben ağlıyorum, baba yapma diyorum, babamsa beni çekiştirip motora bindiriyordu. Abimi orada bırakıp bir süre yol aldık. Bağıra bağıra ağlıyordum ama motorun sesinden duyulmuyordu. Bana yıllar gelen bir zaman sonra geri döndük. Abim görünürde yoktu ama hıçkırıkları duyuluyordu. Bir çalının arkasına sığınmış, ağlıyordu. Ellerim titreyerek kaldırdım onu. Paramparça olmuş bir halde döndük eve.
Babam beni hiç dövmedi. Tüm dayaklarımı abim yedi. Keşke dövseydi derim hep çünkü dayak yemek kadar zordur o dayağı izlemek. Abim babamı affedebildi, bense…