Günlerdir bir kelime etmeden odaya kapanan, ağlamaktan gözlerinin akı kırmızıya dönen, bir kelime bile konuşmayan ben değilmişim gibi anlattıkça anlatıyorum. Bir yandan da ikinci tabak kremalı pastayı yiyorum. Halbuki onunla üniversitede pek konuşmazdık. Hep tuhaf bir kız olarak aklımda kalmış. Bense peşinden koşulan güzel ve akıllı olandım. Her şey nasıl da değişiyor.
“Seni Face’de sürekli takip ettim” diyor.
Başımı sallıyorum. Ağzım doluyken konuşamıyorum, elimle bir kendimi bir de onu işaret edip takipçisi olduğumu anlatmaya çalışıyorum. Yine o garip kahkahalarından birini atıyor. Kafeye oturduğumuzdan beri yarım saattir bu kaçıncı kahkaha.
“Numara yapma, ben Facebook’da hiçbir şey paylaşmadım ki.”
Kıvrak zekâm yuttuğum lokmanın ardından devreye giriyor.
“Onu demek istedim işte, seni takip edecektim arkadaş listemde varsın ama bir şey paylaşmıyordun, bilmiyorum neler yaptığını.”
“Beni boş ver. Sen anlatmaya devam et. Demek işinden ayrıldın ha. Oysa senin iyi bir kariyer yapacağını düşünürdüm üniversitede. Nişan resimlerini de gördüm sonra birden kesildi fotolar, yazılar. Kesin bir şey oldu dedim. Bak, bugün nasıl da karşılaştık. Biliyorsun tesadüf diye bir şey yoktur, demek ki birbirimizi görmemiz gerekiyormuş.”
Gözleri beni baştan aşağı süzüyor. Her şeyi bir çırpıda anlatmaya devam ediyorum. Annemlerin yanına taşınmak zorunda olduğumu, çok kilo aldığımı- o zaten belli oluyor- ve tabii en önemlisini;
“Beni terk etti” diyorum. “Hem de yirmi gündür aramıyor. Nedensiz, öylesine.”
Oysa en yakın arkadaşıma bile söz etmemiştim bundan. Kimse bilmesin istiyordum, hazır olunca söyleyecektim. Şimdi niye böyle çorap söküğü gibi gidiyor ki konuşmalarım.
Şeytani bir ışık yanıp sönüyor gözlerinde.
“Anlamıştım zaten.” diyor uzun siyah saçını savurup. Kırmızı ojeli uzun tırnaklarını masaya vuruyor. Bu ritim sinirimi bozuyor.
“Şimdi hazır ol. Ta tammm”
Çantasından bez bir bebek çıkarıyor. O ne! Aynı Birol… Gözleri kaşları, kıvırcık saçları hatta kıyafeti… Yutkunuyorum, yediğim iki tabak tatlı midemde dönme dolap olmuş dönüyor. Kekelememe, şaşkın bakışlarıma rağmen yine o kahkaha.
“Dur dur telaşlanma” diyor. “Bezden Birol işte. Ben senin mesajların kesildiğinde anladım. Yine sevgili işi dedim, nasıl olsa gerekecek diye yapmaya başladım.”
Bu ne ya Wudu ayini mi bu? Kara büyü.
“Korkma yahu bu kadar. Sen ne ilksin ne de son. Biliyor musun beni sevgilim terk ettiğinde bir kadın yapmıştı bundan bana. Çok başarılıydı. O aşağılık sevgilim, neyse onu boş ver. Uzun yıllar bunun üzerinde çalıştım ve artık uzmanlaştım. Bunun uzmanlığı çok farklı. Sakın küçümseme. Bir bilsen sürecini. Yurtdışında bile eğitim aldım. Bazılarımız, doğrudan sağlığa zarar vermek üzerine çalışır, bazılarımızsa eğer aldattıysa ona uygun cezasını. Bense “denizci düğümü” üzerine çalışırım. Bizim camia birbirini iyi tanır. Çok kalabalık değil yani. Tüm dünyada demek istiyorum. Birbirimizi yaptıklarımız biliriz. Sekiz seviye var. Ben şu anda altıncıdayım. İki uygulama sonrası yediye çıkacağım.”
Sanki bilimsel tezini sunuyor. Koltuğa çakılmışım gibi hareket edemiyorum. Gözlerim Birol’da yani onun bez bebek halinde.
“Ne ne demek denizci düğümü? Ne diyorsun Efsun?”
“Gidemesin, gittiği yerde kalamasın tabii ki. Ah o kadar iyiyim ki yakında eğitmenliğe de geçeceğim umarım.”
“Nasıl yani, hem mühendislik okuduk biz hatırlatırım. Büyü falan, ay kafam allak bullak oldu. Midem bulanıyor. En iyisi ben gideyim.”
Bir hamle yapıp kalkmaya yelteniyorum. İmkânı yok, yerimden kıpırdayamıyorum. Garsonu arayan gözlerim bile artık sabitlenmiş sadece ona bakıyor.
“Galiba anlamadın” diyor. “Yaptığım büyü değil. Hangi zamanda yaşıyoruz Duru. Ben tüm metafiziksel güçlerimi kullanarak birey üzerinde telepatik yollu baskı uyguluyorum. Sıradan uyduruk, bir işe yaramayan şeylerden söz etmiyorum. Bu iş çok ciddi. Hem mühendislik ne demek; neyi nerede bulacağını bilecek kadar akıllı olmak demek. Hangi kaynağa nasıl ulaşacaksın, kaynakları nasıl kullanacaksın, optimum çaba, maksimum sonuç. Şimdi bir sakinleş. Eğer sesin çıkmaz ve benim dediklerime uyarsan seni çözerim.”
Demek tesadüf yok derken bunu kastetmiş büyücü cadı, her neyse adı. Ah benim aptal kafam! Beni evden çıkaran o telefon, Birol’un hastanede olduğu haberi, sonra onu orada bulamayınca geri dönüşümde Efsun’a rastlamam.
“Şimdi seni çözüyorum. Sakince oturup beni dinlersen bir sorunumuz olmaz ama bağırmaya ya da daha cesur davranıp bana bir şey fırlatmaya kalkarsan olacaklara razıyım diyorsun demektir ona göre.”
Bu tehdit karşısında kim olsa oturup bekler. Birden çözülüyor elim kolum.
“Ben hiçbir şey anlamadım Efsun. Tamam, kendine değişik bir alanda kariyer yapmışsın ama Birol’a böyle bir şey neden yapayım ki? Neden isteyeyim yani? Nasıl böyle düşündün anlayamıyorum.”
Yine bir kahkaha.
“Bir şey söylemen mi gerekiyor? Tüm izleri bıraktın ardında. Sana özet geçeyim önce eski resimleri başladın paylaşmaya, sonra garip garip alıntı yazılar, şiirlerden oradan buradan iğneleyici sözler. Sonra uzun bir suskunluk. Face bu, her şeyi anlatıyor zaten. Bak Duru, gördüğün gibi bu benim için bir ideal. Şimdi Birol’a ne yapmamı istersin? Gidemesin mi, hep sana bağlı mı kalsın, yoksa kalamasın mı, bir yerde tutunamasın sürünsün mü?”
Birol’a öyle kızgınım ki. Aslında gitme nedenini biliyorum. Benim kaprislerim. Hiçbir şeyden mutlu olamamam. Hiçbir şeyi beğenmemem. Bıktırdım onu. Yanımda kalsa ömür boyu beni isteyip istemediğini bilemeyeceğim. Sürünse bir yerlerde kalamasa o haline üzüleceğim. Bir türlü karar veremiyorum. Kararsızlığımı anlıyor. Tekrar kırmızı ojeli uzun tırnaklarını masaya vuruyor. Aynı ritim. Çantasına eğiliyor birden benim bez bebeğim çıkıyor ortaya.
“İstersen Birol’a sorayım bu soruyu” diyor.
Muhtesemmm