Yağmur dinmişti. İnsanlar korunmak için sığındıkları saçak altlarından, kafelerden çıkarak caddeyi doldurdular. Aralarına genç bir kadın da karıştı. Kamondo merdivenlerini ve Osmanlı Bankası’nı geçti. Şaşkındı. Yaşanan değişimi hafızına kazımak istercesine ağır adımlara yokuşu tırmandı. Yenilenmiş bir binanın boydan boya cam vitrinin önünde durdu. Duvarlara asılmış resimlere baktı. İçeresi caddeyle kıyaslanamayacak kadar sakindi. İçeri girdi. Bembeyaz duvarda sergilenen birkaç resmi geçti, küçük bir tablonun önünde durdu. Yanındaki etikette “Duyuyor musun? Ayhan Berk, 100 x 100 cm.” yazıyordu. Tabloda karanlık şehrin izbe bir köşesinde, çöp bidonlarının arasında yüzsüz bir dilenci tasvir edilmişti. İki elinin avuçlarını yalvarırcasına izleyicisine dönmüş bu dilenci çepeçevre karanlığa inat bir ışık haresi içindeydi. Kadın tabloyu incelerken bir adam geldi, sessizce arkasında durdu. Kadın onu fark etti. Yanakları kızardı. Elini yavaşça sol omzunda tuttuğu çantasının askısına götürür yaptı, avucunu kalbine bastırdı. Yüzünü dönmeden konuştu:
- ‘Duydun mu’ nihayet?
- Geç olsa da evet. Dönmüşsün?
- Evet, döndüm.
- Kalacak mısın peki?
- Hayır.
- Neden?
- Beni buraya bağlayan bir şey yok.
- Yarım kalmışlıkları sevmezdin.
- Bazı şeylerin öyle kalması gerektiğini kabullendim sanırım.
- Değişmişsin.
- Öyle. Çok zaman oldu.
- Bana bu resmi anlat.
- Gittiğin gece ve sonrası her gece bu dilenciyi gördüm.
- Ben miyim?
- Belki de benim.
- Eski halime benziyor.
- Öyle söyleme.
- Büyüdüm sanırım.
- Neden buradasın?
- Biriyle buluşacağım.
- Beni görmek için gelmedin yani?
- Hayır. Kötü bir rastlantı diyelim.
- Kim?
- Kim kim?
- Buluşacağın kişi?
- Kocam
Sustular sonra adam geldiği gibi sessizce gitti. Kadın caddeye geri döndü. Yarım kalan yokuşu tırmanmayı sürdürdü. Gökyüzü karardı, yağmur bu kez çığlıklar atarak yağmaya başladı.