Davut Ağa yattığı yerden irkilerek uyandı. Dışarıda bağrışmalar vardı. Kapı vuruluyordu; “Muhtar kalk, yangın var!”  Davut Ağa kendini hızla dışarı attı. Erken kalkıp ava gidileceği için üstü başıyla yatmıştı. Bekir Dizdar’ın ağılı alevler arasındaydı. İnsanlar koşuşturuyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar, bir yandan da yangını söndürmek için kovalarla su taşıyorlardı. Efsuncu Emine, köyün meydanında bir aşağı bir yukarı koşarak “Lanetliler” diye bas bas bağırıyordu. Bir anda Davut Ağa’nın karşısına dikelerek, “Köyü kötü ruhlar bastı. Birazdan hepimizi diri diri yakacaklar” diyordu. Davut Ağa olup bitene bir anlam verememişti. Ama canı da fena halde sıkılmıştı. “Ya kadın gecenin bu saatinde şeytanı cini nereden çıkardın. Yıkıl karşımdan” diyerek Efsuncu Emine’yi bir kenara iterek yangın yerine doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dizdar’ın ağılı gerçekten yanıyordu. Ağıl göğü saran alevlerin ağzındaydı. Koyunlar keçiler ortalık yere saçılmış, bir kısmı da içerde mahsur kalmıştı. Yangın, sabaha ancak söndürülebilmişti. Dizdar’ın kaybı büyüktü. Ağılı tamamen yanmış, on iki hayvanı da telef olmuştu. Köyde bu ilk değildi. Geçen hafta da Ballı aynı kaderi yaşamıştı. Nedense köyde durmadan yangınlar çıkıyordu. İş yangınla da bitmiyordu. Başlarında bir de domuz belası vardı. Domuz sürüleri gecenin bir saatinde bahçelere, tarlalara musallat olmuştu. Sümsük Ali’nin beş dönümlük tarlasındaki ekinini bir gecede talan etmişlerdi. Ayrıca, köyün üç köpeğini yaralamış, bir tanesini de öldürmüşlerdi. Daha kötüsü Kabakçı Salih’i kötürüm etmişlerdi. Köyün başında sanki bir uğursuzluk dolaşıyordu. İnsanlar olur olmaz şekilde hastalanıyor, çocuklar sıraca illetine uğruyorlardı. Bunlardan biri de Muhtar’ın sekiz yaşındaki torunuydu.

Muhtar ikircikliydi. Acaba bu felaketlerin sebebi domuz avları olabilir miydi? Çevrede çok domuz vardı. Etrafta hiç çakal da kalmamıştı. Sayıları bu yüzden de artıyor olabilirdi. İnsanlara ve köye zarar veriyorlardı. Geçmiş aylarda hep iyi domuz vurmuşlardı. Aralarında bir de azgınları vardı ki esas onu vuramamışlardı. Kabakçı Salih’i de kötürüm eden o azman, azgındı.

Kabak’çı Salih, ava çıktıklarında elindeki içi oyulmuş ve dibine reçineli bir ip tutturulmuş su kabağından, reçineli ipi parmaklarının ucuyla ovuşturarak, aynı domuzlarınkine benzer sesler çıkarmakta mahirdi. Av onun bu sihirli parmaklarıyla başlıyordu. O kabaktan domuz sesleri çıkartarak avcıların önü sıra yürüyor, domuz sürülerinin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Köpekler de sürünün etrafını çeviriyorlardı. Onları saçma ve domuz kurşunuyla vurmak da Muhtar ve diğerlerine kalıyordu.

Geçen avda beş domuz vurmuşlardı. Aralarında iki de yavru vardı. Bunlardan biri diğerleriyle birlikte öldürülmüştü. Geride kalan tek yavru ise köpeklerin havlamaları arasında şaşkınlık ve korku içindeydi. Kabakçı ileri atılarak onu vurmalarını engellemişti. Yavru domuzu kucağına alıp matarasındaki suyla başını yüzünü yıkamıştı. Bir anda koca heybetiyle azgın azman dedikleri domuz ortaya çıkmış, Kabakçı’yı müthiş bir kafa darbesiyle yardan aşağı yuvarlamıştı. Yavru domuz da Kabakçı’nın elinden kurtulup azgının peşi sıra koşarak ağaçların arasında kaybolmuşlardı. Kabakçı ölümden dönmüştü ama iki kaburga kemiği ve bir bacağı kırılmıştı.

Domuzun eti haram, kendisi mekruh bir hayvandı. Kimse bu hayvanların etini yemez, evlerinden içeri sokmazdı. Avdan sonra köy meydanında sergilenen, kanlar içindeki bu deşilmiş domuzları çocuklar korkulu gözlerle izlerken, Efsuncu Emine gözyaşlarını içine akıtırdı. Bazen de isyan edip uluorta konuşurdu ama insanlar bunu Emine’nin meczupluğuna yorarlardı. Sonrasında şehirden gelen alıcılar bunları bir pikaba yükler, köye de üç-beş kuruş bırakırlardı.

Yangın telaşından sonra Muhtar kahveden içeri girdiğinde, insanların sorgulu bakışlarıyla karşılaştı. O da aynı durumdaydı. Köyde olup bitenlere ve hele ki, bu son zamanlarda birbiri ardınca çıkan yangınlara hiçbiri akıl erdiremiyordu. Dizdar da, Bekir de yangınların kendiliğinden çıktığını söylüyor, sanki görünmez bir elin evleri, ağılları yaktığına hükmediyorlardı. Acaba köy domuzların lanetine mi uğramıştı? Muhtar buna ihtimal vermiyordu ama torununun ve diğer çocukların bu sıraca illetiyle boğuşmalarının sebebi domuzların çocuklar üzerinde yarattığı bir korku olabilir miydi? Muhtar bir anda gecenin içindeki Efsuncu Emine’nin yolunu keserek, “köyü kötü ruhlar bastı” dediğini hatırladı. Bu kadın gizemli biriydi. Köyün dışında bir kulübede tek başına yaşardı. Her ne kadar ona efsuncu deseler de o bir efsuncu değildi.  Çok amaçlı solüsyonlar, kremler, şifalı ve sağlıklı iksirler yapabiliyordu. O bu haliyle aslında bir şifacıydı. Ancak bunun yanında doğaüstü birtakım hasletlere de sahipti. Gözlerden uzak bir başına yaşıyor gibi görünse de o, aslında insanlarla iç içeydi.  O insanların ruh dünyalarında gezinirdi. Bu yüzden yardıma ve şifaya gereksemesi olanları bilir, hiç umulmadık bir anda yanlarında olurdu.

Muhtar ani bir kararla hiç kimseye bir şey söylemeden kahveden çıkıp, Emine’nin kulübesinin yolunu tuttu. Kulübeye vardığında etrafta kimse yoktu. Muhtar kapıyı vurarak içeri girdi ve Emine’yi selamladı. Ancak Emine muhtarın selamına karşılık vermedi. Muhtar damdan düşercesine geceyi hatırlatarak, “Söyle bakalım Emine, bu kötü ruhlar kimmiş?″ diye sordu. Emine tınmadı bile. Tezgâhın bir köşesinde çeşitli otları elden geçiriyor, bir şeylerle eğleşiyordu. Evin içi kâfurudan ispirtosuna, öd ağacından palmiyesine, kedi otundan iblis şakayığına kadar bilmediği bir yığın şeyle doluydu. Ev bir laboratuvar gibiydi. Her şey birbiri üstüne yığılmıştı. Oturacak yer bile yoktu. Muhtar daha yukarıdan bir ses tonuyla sorusunu yineledi. Emine kırık bir sesle:

– Buraya niçin geldin Muhtar?

– Şeytanlarını görmek için geldim Emine.

– Kötü ruhları daha göremedin mi? Domuzlar, yangınlar, hastalıklar, hatta soluduğun hava. Hemen bunların hepsi kötü ruhların işi.

– Bunu nereden çıkarıyorsun?

– Bunlar dünyada kalmış kötü ruhlar.

– Pek bir şey anlamadım.

– Aslında insanların birden ziyade ruhları vardır. İnsanlar öldüklerinde iyi ruhlar göğün incelmiş maddesi içinde erir. Kaba ve kötü olanlarsa ölümle toprağa düşer ve bu dünyada kalırlar. Bunlar, cesetlerinden ayrılabilir, görünmez biçimde havaya suya her şeye karışabilirler. Yaşayanların varlığına girip hastalık ve felaketlerin sebebi olabilirler.

Muhtar’ın kafası karışmıştı. Bildiklerinin, inandıklarının hiçbiriyle bağdaşmıyordu bütün bunlar. Emine’ye meczup gözüyle bakıyordu ama bir yandan da çaresizlik içindeydi. Acaba bütün bunlar doğru olabilir miydi? Nutku tutulmuş sessiz kalmıştı bir an. Emine sözlerine devamla;

– Bunlar kan kokusunu sever ve tıpkı köpek balıkları gibi bu yerlere üşüşürler. Evleri, bahçeleri, ateşe verirler, İnsanların ve çocukların içine girerek onları hasta ederler. Her gün kan döküyorsunuz. Olur, olmaz hayvanları öldürüyorsunuz.

Muhtar bir anda torununu hatırladı. Zoraki bir yutkunmayla,

– Ama onlar bize zarar veriyor, ekinlerimizi yiyor, bahçelerimizi tarumar ediyorlar. Sayıları da durmadan artıyor.

Emine peki diyerek, sözlerine devam etti:

– Doğa kendi içinde dengededir. Domuzların nüfusunu dengeleyen kurtları, çakalları keyfiniz ve böbürlenmek adına öldürmediniz mi? Etrafta kendinizin dışında bir canlı bırakmadınız.

– Ama Allah bunları bizim için yarattı.

Emine Muhtar’a acıyarak baktı ve devam etti:

– Yarattı da, sana keyfince kan dök demedi. Bu bir ahlak sorunudur. İnsan bu gerçeğe akıl yoluyla, dinle, kitapla varamaz. Bir sezgidir bu, sadece hissedilir. Doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün duygusu, bulanık da olsa, doğuştan herkeste vardır. Bu sezgi doğamızın bir parçasıdır. Her şeye rağmen iyi olmak durumundayız. Ruhlarımız ancak bu şekilde kurtulur.

– İyi ama sonuçta bunlar hayvan!

– Daha iyi ya, onlar hayvan bizler insan. İşte bu farkındalıktır ki, bizi onların yaşamından sorumlu kılar. İyilik de budur zaten. Kendimizin dışındaki yaşamları, insan olsun hayvan olsun, korumak ve onların yaşamlarını kolaylaştırmaktır. Buna doğanın çiçeği, böceği, taşı toprağı da dâhildir.

Muhtar tükenip kalmıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Acaba bu mümkün olabilir miydi?

Sonraki günlerde kahvede Emine’nin meczupluğundan, sihir ve büyücülüğünden dem vuruluyordu. Bütün uğursuzluklar bu kadının yüzündendi. Domuzları kutsuyor, haramı, günahı bilmiyordu. İnsanlar köy imamından da fetva almışlardı. Domuz, katiyetle haram ve murdar bir hayvandı. Dişisini bile kıskanmıyordu. Böylesi bir hayvanın insanlar arasında yeri olamazdı. Bu yüzden yenmesi haram, katledilmeleri sevap bile olabilirdi.

Bir gece sabaha karşı köyde bir yangın daha çıktı. Bu kez Efsuncu Emine’nin kulübesi yanıyordu. İnsanlar söndürmeye gelene kadar kulübe yanıp kül olmuştu. Küller arasında Emine’nin yanmış cesedini aradılar. Ama Emine yoktu ve bir daha da ortalıkta hiç görünmedi. İnsanların kimi ermişliğine, kimi şeytanlığına hükmetti.

Sonraki günlerde köyü önce Muhtar terk etti, sonrasında birer ikişer insanlar. Köy kısa bir müddet sonra terk edilmiş bir viraneliğe dönüştü. Daha sonraları Davutlar Köyü, Domuzlar Köyü olarak anılır oldu.