“Buradan-kıvrılacak” dedi.

Naylon çantadan çıkardığı mavi pantolonla yer yer ucuz simler yapıştırılmış siyah bir bluz uzattı. Adama baktı, “Kaç – para – olur – abi?” dedi. Son sözcükteki a’yı kısa söyleyişinden, kocaman torbadan taş çeken tombalacı gibi sözcükleri arayışından, kadının göçmen olduğu anlaşılıyordu. Beyaz saçlı adam pantolonu, bluzu aldı. Başparmağıyla serçe parmağını kapatarak gösterdi,

“Tiri, tiri daha, altı lira.” Sesini yükselterek “Siks liras… Sitte, sitte.”

“Üç – lira – olur?”

Yaşlı adam başını yukarı kaldırdı,

“Yo, yo olmaz, altı, sitte lira.”

Arap kadının üstünde rengi solmuş eski bir etek vardı. Yirmi beş yaşlarında beyaz tenliydi. Pantolonla bluzu bir saate kadar almak istediğini söyledi.

“İnşallah!” dedi, yaşlı adam.

Unutulmuş eski kot pantolonların bulunduğu yüksekçe bir rafın altındaki tezgâhta, onarılıp katlanmış gömlekler, yelekler, elbiseler, bluzlar duruyordu. Biri pasajın koridoruna bakan vitrinin önünde, diğeri telefon kulübesi kadar daracık, perde çekilmiş soyunma köşesine bitişik, iki dikiş makinesi vardı. Üstlerine atılmış, henüz onarımı bitmemiş giysiler…

İkinci makinenin üstüne, oldukça yükseğe asılmış bir televizyonda, evlilik programının kadrolu konukları tartışıyordu. Terzi makinesinin başına oturduğu sırada kapıdan zenci bir kadın girdi. Askılı bir elbise vardı elinde. Kırık bir Türkçeyle, fermuarının değiştirilmesini istedi:

“Şey, biraz acele olur mu?” dedi.

“Otur şöyle!”

Yan yana duran iki sandalyeyi gösterdi. Kahvaltısını bitiremeyeceğini anlayan yaşlı adam içinde peynir, zeytin, bal bulunan küçük plastik kapları kapatarak, tezgâhın altındaki mini buzdolabına kaldırdı. Diğeriyle aynı yaşlardaydı zenci kadın Gülümseyerek oturdu terzinin gösterdiği sandalyeye.

“Ustacığım, gözüm benim!” diyen sesi küçük dükkânı dolduran iri bir adam girdi içeri. Yetmiş beş yaşlarındaydı adam.

“Benim çok acelem var. Bir zahmet, şu paltomun düğmesini tutturuver.”

“Bu abladan sonra…” dedi terzi.

“Bu, yahu bu… Yabancı değil canım. Benim için bekler birazcık.”

Zenci kız konuşmadı, terzi önce siyah paltonun düğmesini dikmek zorunda kaldı. Adam ikinci düğmeyi göstererek,

“Bu da gevşemiş.”

“O idare eder, kopunca dikeriz.” dedi terzi.

İş hanının girişindeki daracık dükkânda bunlar konuşulurken, hanın bulunduğu caddeye çıkan sokaklardan beşincisinde, merdivenleri ve odaları nem kokan dört katlı eski apartmanın ikinci katında, “Annem ne zaman gelecek?” diye sordu, küçük bir kız babasına. Genç adam sesini çıkarmadı.

Karşıdaki, kapısı açık odada, dört çocuklu, orta yaşta bir kadın vardı. “Şunu Leyla’ya ver.” dedi, kadın. Odaya girmeden bir çikolatalı gofret uzattı. Adam konuşmadan aldı. Omuzlarındaki ağırlık teşekkür etmesine izin vermedi. Kapıyı sessizce kapattı.

“Anne çişim geldi.” dedi kadına, ikinci odadaki Muarra. Orta yaşlı kadın yanıt vermeden, kıza gözüyle işaret etti. Birlikte çıktılar. Aynı kattaki diğer yedi odada kalan göçmenlerin banyo olarak da kullandığı, ortak tuvalete götürdü kızı. Kocasıyla iki çocuğu memlekette kalmıştı. Onlar savaşta ölünce, kadın ne yaptığını düşünmeden göçmen gruplarıyla hemen yola çıkmıştı. Sonunda İstanbul’a geldi. Kaldıkları bu odanın kirasını yaşları Muarra’dan küçük üç çocuğu sokakta mendil ve su satarak çıkarıyor. On üç yaşındaki Muarra’nın kadın tüccarlarının eline düşmesinden korktuğu için odaya kilitliyor, dışarı çıkarmıyor.

Komşu kadında gördüğü kararlılık, yaşama direnci genç adamı yılgınlığa sürüklüyordu. O olaydan sonra herkes ona aşağılayarak bakıyordu. Artık kendini daha çaresiz hissediyordu. O zaman, ne yaptıklarını pek düşünmeden yeniden yollara düştüler. İstanbul’a geldiklerinde içleri umut doluydu. Hemen iş aramaya koyuldu adam. Ama bakkallıktan başka bir şey yapmamış birinin on binlerce göçmen arasında iş bulması büyük ikramiyeyi kazanmak gibiydi. Bir tekstil atölyesinde iş bulabildiğinde şanslarının dönmeye başladığına inandı. Atölyede birkaç ay çalışabildi. İşveren yalnız bir kez ücret ödemişti. Sonra da tümüyle işsiz kaldı. Yiyecek satan büyük dükkânlarda, pazarlarda atılacak sebze, meyve toplamaya başladı. Bu büyük, yabancı şehirde artık daha çok insan göçmenlerden rahatsız oluyordu. Onların memleketlerine dönmeleri gerektiğini söylüyordu. Tutunmak, her geçen gün güçleşiyordu. Kadınlar daha dayanıklı oluyor, diye düşündü adam. Bir gün karısı, ben yiyecek bir şeyler bulmaya gidiyorum, dedi, gitti. Saatler sonra döndüğünde elinde iki naylon torba dolusu yiyecek vardı. Bir hafta geçmeden, birkaç aile, birlikte kaldıkları çamur içindeki lağım kokulu odadan ayrıldılar. Bu apartmana geçtiler. Sayıları on beşi buluyordu göçmenlerin. Artık kadın akşamüstü çıkıyor, sabah yiyecek dolu naylon çantayla dönüyor. Adamsa ona bir şey sormuyor.

Terzi duvara asılmış iri iplik bobinlerinden birini aldı. Bir ucundan açtı, dişiyle kopardı, makineye taktı. Başını kaldırdığında Arap kadının hâlâ orada olduğunu gördü.

“Abla!” dedi Necma’ya “Sen gidebilirsin.”

Kadın ona soru dolu gözlerle bakıyordu. Terzi yeniden söylemeye çalıştı.

“Sen, enti. Şimdi go yani git, sonra gel.” Uğurluyor gibi gülümseyerek elini salladı. Kadın yüzünde donuk bir anlatımla iş hanının dar koridoruna çıktı. Uzun zamandır burada olmasına karşın, hiçbir şey anlamıyormuş gibi bazen böyle donup kalıyordu. Duvarda, yüksekçe boruya asılmış ceketlerin altındaki tezgâhta soba tuğlası duruyordu. Yaşlı adam işaret parmağını diline değdirdi. Tuğlanın üstündeki ütüye parmağını sürdü. Ütü cıs, diye selamladı terziyi. Ütüyü aldı, fermuarını değiştirdiği elbiseye bastırdı. Elbiseyi özenle katladı, zenci kadına uzattı.

“Sıranı niye verdin ona?”

“Ben yabancı, fark etmez.”

“Bu adam” dedi terzi, “geçenlerde, seninle birlikte olduğunu söyledi.”

“Benim için fark etmez, para verenle olur… Kaç para?”

“Üç, tiri liras.” Serçe parmağıyla başparmağını birleştirerek üç işareti yaptı yaşlı terzi.

“Teşekkür…” dedi, zenci kadın.

Necma Laleli’ye doğru yürüyordu. Kaldırımda, adını ajan filmlerinden almış açık çantanın önünde durdu. Birbirinden çekici parfüm şişelerinden birine uzandı. Raflarında baharat, bal, cevizli patlıcan turşusu kavanozlarıyla Halep’teki dükkânlarını anımsadı. Savaş çıkınca can korkusuyla sınıra kaçmıştı insanlar. Osman da kızıyla onu aldı, ötekiler gibi yaptı. Sınırı bin bir güçlükle geçip kampa ulaştıklarında kendilerini şanslı saydılar. Kampa daha önce gelen bir kadın evlerde temizlik işi önerdi bir gün Necma’ya. Hayata tutunmak için ne iş bulurlarsa yapacaklardı. Necma teşekkür etti kadına. Artık onunla sabahları kamptan çıkıyor, ev sahibine kamptan geldiğini söylüyor, kimliğini veriyor, akşam işi bitince geri kampa dönüyordu. Bir akşam evin sahibi kimliğini geri vermedi. Hırsızlık yaptı, diyeceğim, dedi. Polis, seninle birlikte aileni de kamptan çıkaracak, sınır dışı edecek. Ne yapacağını şaşırmıştı Necma.

“Ama!” dedi adam…

Ertesi akşam, saat sekizde kampın önünde bir araba bekliyordu. Araba daha sonraki akşamlar da geldi, Necma’yı götürdü. Artık Osman da biliyordu olup biteni, ne yapacağını bilmiyordu yalnızca.

“Gidelim.” dedi bir gece Osman’a Necma. Gözlerindeki yaşı sildi.

“Üzülme!” dedi, terzide karşılaştığı zenci kadın, “İstiyorsan, sen alabilirsin o parfümü.”

Necma, zenci kadının elini tuttu.

“Teşekkür – ederim.” dedi.

“Hazırlandın mı?” dedi, o sırada çalan telefonun diğer ucundaki pis sakallı, kuru, kara gencin sesi.

“Akşamüstü otele gidiyorsun. Güzel bir şeyler giy. Saçına başına bak.”

“Tamam.”

“Mahcup etme beni, göreyim. Şimdi Rana’yı da arıyorum. Birlikte ağırlayacaksınız. Dolu adam. Memnun edin.”

Otomobil parçası, iplik-düğme, telefon satan dükkânların, önlerinde esmer delikanlıların dikildiği bakkalların arasından; dar pantolonlu geçkin kadınların kol kola yürüdüğü Yenikapı’nın ıslak, arka sokaklarından geçti. Hava kararırken kahvelerin, kapıları henüz açılmamış diskoteklerin yanında, önlerinde lüks arabaların durduğu, yüzü neo-klasik öykünmesi mimariyle maskelenmiş otellerden birindeydi.

Girişteki otel görevlisi Necma’ya, gözüyle ilerideki koltuklardan birinde, sırtı dönük oturan adamı işaret etti. Necma siyah, simli bluzun altına giydiği seksi yırtıklarla süslenmiş mavi pantolonu ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla adama doğru yürüdüğü sırada, seramik zeminde bir tıkırtı duyuldu. Sırtı dönük adam yerdeki tıkırtıyı izleyerek kalktı, döndü. Kadınla göz göze geldi. Necma’yı tepeden tırnağa süzdü. Gözlerini kadından ayırmadan, siyah paltosunun eteklerini toplayarak, onun önünde diz çöktü. Necma’nın ayaklarının dibinden siyah bir düğme aldı. Sırıtırken, yakın zamanda boyanmış bıyıklarının altından çamaşır suyuna batırılmış gibi takma dişleri ışıldıyordu. Avucunu açtı, düğmeyi gösterdi.

“Kopacağını” dedi, “bu sabah söylemiştim terziye.”