Deniz börülcesi salatası ya da peynir doldurulmuş Girit biberi söz gelişi… Bu yüzden seviyorum burayı. Sorunlarım olduğu vakit bu doğa, tatlı şırıltıyla akıp giden şu gümüş nehir; ince dalları, limon yeşili, uzun yapraklarıyla ürkek bir genç kız gibi süzülerek suda salınan bu söğütler… Çiçeklerin içine gizlenmiş böcekler… Ancak bunlarla kendime geliyorum. Bu manzaraya eşlik eden birkaç yudumun payını da unutmayayım. Kafamı toplamak… İşle meşgul kafamı… İş, güç… Dönüp dolaşıp beni bulan alengirli, güç işler. Dinlendiğimi hissediyorum. Çocuklar, sağ olsunlar. Masamı manzaralı yerden ayırıyorlar. İş, işte yakamızı bırakmıyor. Ama nasıl diyelim, hayat dediğimiz hep iş değil, değil mi? Bu kez de, şey işte canım. Hani şu Koreliler geldiydi ya. Yok yahu, turistler değil. Ondan da önce İsveç firmasıyla başladıydı iniş. O günden beri, dur bakayım, iki yıl oluyor, raporları izliyorum. Yakından. Mali durum nedir? Nereye gidiyoruz? Aslında film, Çin piyasaya girince koptu. Nereden bileceksin? Bırak şimdi bunları. Şu kızılağaçlara, çınarlara bak. Şu doğaya… Önemli olan bunlar. Çekilmeye burada karar verdim. Pazardan çekilmeye. Yönetime durumu anlattım. Kurul, gereğinden uzun bile dayandık, dedi. Bir açıdan bakınca, haksız sayılmaz adamlar, yani kadınlar. Yani adamlar, kadınlar. Ya da her neyse işte. Hayır, hayır kurumu işletmiyoruz değil mi? Günü gelince hesap vermek zorundayız. Ben yönetim kuruluna. Kurul ortaklara… Evet, bunu bekliyordum. Yaşa delikanlı! Kabak çiçeği dolması mı o? Şuraya koy canım. Bunun tadına doyamıyorsun.
Şehir, şirket, insanlar, onlardan uzaklaştıkça küçülüyor gözümde. Kazan kazan kazan… ne vakit doyuma ulaşacağız? Bu hayatta maddeci, nasıl diyorlar, materyalist olanları hiç anlamadım. Ölmeyecek miyiz yahu? Karşındaki güzelliklere bak, bu havayı solu. Zamanla bir tür sanatçı duyarlığına sahip oluyorsun. Art-business! Banka reklamı gibi oldu. Hah hah ha! Doğaçlama fikirler geliştiriyorsun. Önceki yıl da böyle olmuştu. Durumu burada, şu Thetis gibi duru güzelliğe sahip suya bakarken öğrenmiştim.
“Bir işçiyi bile çıkarırsanız” dediydi Fikret telefonda, “geri dönmesini sağlayacağız. Dönmeyenlerin tazminatları ödenecek.” İşte o masadaydım. İkinci kadehten ilk yudumu almıştım. Fikret? Bizim, anla işte canım, sendikada sekreter. Yoksa genel sekreter miydi? Yönetimde yani, onun gibi bir şey işte ya da her neyse. Az uğraştırmadı bunlar. Bizim sendikaya nasıl sızdılar hâlâ anlayamadım. Saf dışı bırakabilmek için az uğraşmadık. Olmayınca olmuyor. O zaman bu, bizimkine kaldı hak hukuk işleri. Bizimki dedim, sözün gelişi. Çetin çıktı çocuk. Takdir-i ilahi! Baktım, başka çözümler geliştirmek gerekiyor, dedim. Yaptım. Biliyorum. İşçinin aklını çelecekler. Ekmek kavgası filan.
“Başkanla” diye uyardı o zaman Fikret, “karşı karşıya gelmenizi önermem. Çalışma yasalarını bilir Gültekin Başkan. İşçinin hakkını bırakmaz.”
Hah hah ha! Canavar gibi valla. Bu sekreter çocuk gibi… genel sekreter miydi yoksa… Her neyse. Böyle dört tane bölüm başkanım olacak, bizim iş âleminin altını üstüne getiririm evvel Allah. Kanun, tüzük dedin mi, benim müdürlerin ödü kopuyor. Çalışma yasası Avrupa’da şöyle, efendim Amerika’da böyle. Ulan Avrupa’dan sana ne? Her şeyimizi oralara uydurduk, çalışma yasamız mı kaldı? Piyasadan haberin var mı?
Uzatmayım, Gültekin Başkan konuya el atarsa sizin için iyi olmaz, demeye getiriyordu telefonu kapatırken Fikret. Yani sekreter. Üstü kapalı tehdit!
Ertesi gün işçileri atölyeye topladım.
“Arkadaşlar, dedim, bugün sizi niye topladım? Merak ediyorsunuz. Bu şirketin her çivisinde emeğiniz var. Var olun. Biliyorum. Patronlar da biliyor. Bizzat tanığıyım. Sözü uzatmayı sevmem. Çinliler piyasaya girdiğinden beri şirketimiz zarar ediyor. Patronlarımız bugüne kadar direndi. Direndik. Birlikte. Niye? Çünkü siz, biz, gemi… Aynı sudayız. Şimdi beni iyi dinleyin. İçinizde bu firmanın, şu makinelerin, şu binaların değerini hesaplayan var mı?” Elimi uzattım, bileğimden yelpaze gibi salladım. “Yormayın kendinizi. Hesap makinelerinize sığmaz. Patronlarımız, diyelim şu arsaya bir alışveriş merkezi yapsa… üstündeki fabrikayı, makineleri, malları saymıyorum. Ne kazanır, hayal edebilir misiniz? Aklınız almaz. Hayaliniz de. Peki, düşündünüz mü niye yapmıyorlar, af buyurun, enayi mi bunlar?”
Kış ortasıydı. Henüz kar yağmamıştı. Hava, bu nehir kıyısında dolaşan köpekleri cam heykellere çevirecek kadar soğuktu.
“Soğukta, şu fakir fukara evine, üç beş kuruş ekmek parası götürsün diye!” Sustum, sözlerimin etkisini görmek için bekledim. “İşte, vardiya sayısını bu yüzden ikiye düşürdük. Yetmedi. Bire… Ama patronlar ne yapsın? Onların da dayanma gücü bir yere kadar. Piyasada” dedim, “yaprak kıpırdamıyor. Şimdi iş bize düşüyor. Özveri zamanı!”
Nehir yönünden soğuk bir rüzgâr esiyordu.
Hades’in hayaleti o sırada geçti atölyenin içinden. Yağız bir ata binmişti. Yüksek tavanı taşıyan çelik iskeletin direkleri arasında kara pelerini uçuşuyordu. Topluluk dalgalandı. Bunu sessizlik izledi.
“Anlamam, diyenin tazminatı hazır” dedim, “burada, nakit. Hemen ödüyorum. İki ay… Rabbimin izniyle firmamızda iki ay içinde yeniden başlayacağız. Arkadaşlar birazdan bir kâğıt dağıtacak. Yasal haklarınızı aldığınız yazıyor. İşleri toparlayınca yine hep birlikte olacağız. Uzatmayayım. O gün geldiğinde dönmek istemeyen imzalamasın. Ekmek teknesine sahip çıkacak delikanlı gerek bana…” dedim.
Yediler. Tanrının takdiri. Kimimizi gariban yaratmış. Seçenek bırakmamış. Tek kuruş ödemeden işlemi sonuçlandırdım. Hiçbirine. Öteki, Fikret yani, epey uğraştı. Başaramadı. Çünkü bizim çocuklar boşa çalışmadılar. Fikret çoğunluğu yitirdi. Her neyse, Rabbim inandırsın, işte bu olaydan sonra, bir yıl geçmedi. Şimdi krizin yenisi patlak verdi. Şalterleri indiriyoruz. Bu kez süresiz. Ne yapalım? Hesap mı vereceğiz ameleye?
“İşçiye bir şey ödemeyeceğiz!” Toplantı masasında hepsi bana bakıyordu yönetim kurulu üyelerinin, “kaygılanmayın.” Aç gözleri ışıldadı sahtekârların. Profesyonel yönetimi de çöz, buyurdular. Ne yapalım? Benim de yeteneğim bu. Bir tür ombudsmanlık! Allah vergisi. Ama bu kez başka yol bulmalıyım. Aynı hikâyeyi yediremeyiz, değil mi?
Niye yemeyelim oğlum? Kalamar mı o? Yeriz, yeriz. Şuraya salata tabağının yanına koy. Hah şöyle! Boşalan bardaklarımızı da dolduralım.
Ne olsa mektep görmüş bunlar. Mürekkep yalamışlar. Hukuklarını biliyorlar sonuçta. Haklarını da. Bugüne kadar şirketi bu adamlar, yani kadınlar, yani adamlarla kadınlar ya da her neyse, bunlar yönetti. Mali işler başkanıyla bir görüşeyim. Biliyorum, karşı çıkacak sivri akıllı. Ağırdan satmak isteyecek. Bunun gibilerin ciğerini bilirim. Her şey önüne atacağın arpaya bakar. Bu da bir anlamda maliyet kalemi! Yönetim? Katlansın lütfen şerefsizler! Kazma başkan mali raporları renklendirsin. Çok değil, biraz. Profesyoneller de okusun, görsün boylarının ölçüsünü.
Tazminat? Elbette! Neden olmasın? Yasal hakkınız. Unutmadan, mali işler başkanımız aramızda. Önemsiz bir ayrıntı: Onu ikna etmeniz gerekiyor. Çünkü şirketi bu duruma, diyor raporlarımız, bölüm yöneticilerinin başarısızlığı getirdi. Beyler, yani hanımlar…
Sorunuzu duyar gibiyim. Şirket yönetimi ne diyor? Bu durumda, tazminat isteyene zarardan sorumluluk davası açılacak. Adamlar, kadınlar yani adamlarla kadınlar ya da her neyse… kararlı diyeceğim kısaca.
Çözdüm bu işi evvel Allah.
Sağlığına Gültekin Başkan! Yahu sen niye konuşmuyorsun bu akşam? Oğlum masamıza bak. Sendikamızın başkanı konuğumuz bu akşam. Girit usulü enginarınız vardı sizin, lakerda, patlıcan ezme getir, şöyle acılı bir şeyler de olsun.