Gözlerini açınca mahmur mahmur etrafına bakındı. Komodinde duran cep telefonuna uzandı, 7.30’u gösteriyordu. Yatağın içinde gerine gerine soluna döndü. Kuştüyü yastığa gömdü başını, gözlerini tekrar kapadı zorlayarak, sonra sağına, sonra ortaya, sonra… Sonrası yok, nafile, uykusu kaçmıştı bir kere. Sanki her sabah farklıydı! En azından bu sabah öyle olsun istemişti. Ama ne gezer! Daha fazla oyalanmadı. Ağır hareketlerle kalktı yataktan. Tüylü terliklerini ayağına geçirdi. Koltukta geceden kalma uzanan, boydan boya ekose kaşmir sabahlığını ipek geceliğinin üzerine giydi itinayla. Sıkı sıkıya sarındı. Hafif titriyordu. Yavaş hareketlerle radyatöre yaklaştı, kontrol: Soğuktu! “Münasebetsizler!” dedi, “açmamışlar daha. Herkes geç kalkmak zorunda sanki yılbaşı sabahı!” dedi, söylenerek çıktı odadan.  

Mutfağa geçerek ısıtıcının düğmesine bastı telaşla. Bir iki dakika sonra kulağına çarpan seslerden aklı başına geldi ki su koymayı unutmuştu yine. Hemen düğmeye basarak kapadı, soğumasını bekledi bir müddet. “Acele işe şeytan karışır derler ya, hah, buyrun işte!” Hazneyi doldurunca tekrar açtı makineyi. Az sonra gelen fokurdama sesiyle içi ısındı. Çeşit çeşit bitki çaylarına baktı. Sabah sabah kuşburnu iyi giderdi. Kaynar suyu Çin porseleni fincanına aktarınca çıkan buhara yüzünü tuttu. Gözlerini kapayıp sıcaklığın verdiği rahatlama duygusuyla gevşediğini hissetti. Niye bu kadar gergindi ki? Canı mutfakta oturmak istemedi. Epeydir salona uğramamıştı. “Haydi,” dedi, “bir yeni yıl keyfi yapalım bay Çestırla!” Fincan elinde salona geldiğinde gözleri faltaşı gibi açıldı.  

Sevinç çığlıklarıyla cama doğru yöneldi. Elindeki çayı unutmuştu. Bir baktı ki Karadeniz dalgaları gibi gidip geliyor çay, geçerken ceviz masanın üzerine bırakıverdi fincanı, altının yaş olmasına bile aldırmadan. Oysaki normal zamanda leke olacak diye ödü patlardı. “Amanın! Benim kızım gelin mi olmuş?! Hem de yılbaşı sabahı, ha?!” diye ünlüyordu durmadan! Mutlu bir telaş içinde yaklaştı, eğildi, gözleri kapalı kendinden geçmiş vaziyette öpüp, koklamaya başladı. Kokmuyordu hâlbuki. Olsundu, onun burnunda yaseminler tütüyordu şimdi.  “Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim…” şarkısı döküldü dudaklarından. Yavaşça doğrularak gözlerini açtı. Kendi sesine kendisi bile şaşırmıştı, onca zaman sonra ha, diye geçti içinden. Köşede duran beyaz kuyruklu piyanoya takıldı gözleri, hemen kaçırdı. Nemli bir çift mavi derinliğin kirpikleri arasına sevinç tablosunun ardından hüznün koyu gölgeleri gelip yerleşmişti. Hızla kırpıştırdı gözlerini, burnunu sıkarak başını geriye attı. Hayır ağlamayacaktı, hele de yeni yıl sabahında, hele de bunca yıl sonra, hele de kızı gelin olmuşken. Dikkatle bakınca endişelendi, emin olmak için elleriyle yokladı, evet, kupkuruydu.  

Balkona seğirtti hemen. Her zaman önceden hazır ettiği bidondan dinlenmiş suyu sulama kabına aktararak, tez elden camın önüne döndü yeniden. Kıpkırmızı donanmış yılbaşı çiçeğinin kaktüs dallarını özene bezene kaldırarak, sevgiyle suladı. Yüzüne bir ferahlık gelmişti, çocuğunu emzirdiği günler düştü aklına. İyi de kim bu gazı, nasıl çıkaracaktı şimdi?  HİÇ BİLEMEDİ… Bitmeyen, dinmeyen, yüreğini şişirdikçe şişiren gaz ne zaman çekip gidecekti, sarmaşık gibi her yanını sarmadan!

Anca ölünce diye geçirdi içinden. Başka çare görünmüyordu. Bunca yıl sonra, bu yılbaşı sabahı da kendi kendineyi bozacak bir nen yoktu ortalıklarda. Hayır canım, hiç öyle olur muydu? Bu yıl farklıydı! Kızı gelin olmuştu işte ve belki de kızının muştusuydu bu, ha, ne dersiniz?

Hissikablelvukuydu belki de! Hesaplamaya çalıştı, 2022’den 2009’u çıkarınca ne kalıyordu? HİÇ BECEREMEDİ… “Amannn!” dedi, ne önemi vardı sanki ha on yıl geçmiş, ha yirmi! “Bir, iki, üç, dört… “ diye açan çiçekleri saymaya başladı sıkıntıdan. Otuz yedi taneydi. İrkildi! Sıkıntısı daha da arttı. “Tam da onun yaşı kadar!” dedi. Bu sefer parmaklarıyla hesaplamaya çalıştı kaç yıl olmuştu onu sarıp koklamayalı, yine olmadı, HİÇ HESAPLAŞAMADI… 

Salonda bir oraya, bir buraya yürümeye başladı öfkeyle. “Değdi mi?” diye yüksek sesle bağırdı aniden kendine: “Değdi mi ha?  Değdi mi bunca yıllık ÇİÇEK’SİZliğe?” Sonra da aman, boşver gitsin der gibi elini salladı, “Her sene aynı terane!” diye söylendi bıkkınlıkla. Tekrar çiçeğe yöneldi. Elini sabahlığının cebine attı, yoktu. Öbürüne baktı, hayır, orada da yoktu. Etrafa göz gezdirdi, ceviz konsola yöneldi ama her zamanki yerinde değildi. Gözü bir an çerçeveye kayınca mahzun gülümsedi. Eğilerek, “Gördün mü gelin kızımı?” diye fısıldadı, işaret parmağıyla hafifçe, kırmaktan korkuyormuşçasına fotoğraftaki genç kızı okşayarak; ÇİÇEKini. Ne kadar da benziyordu kendine, gençliğine! Düşünceleri kafasından uzaklaştırmak ister gibi başını iki yana salladı. “Heyhat!” dedi, “geçti borun pazarı, sür eşşeğini Niğde’ye Süreyyanım!”

Aranmaya devam ediyordu. Oralarda olmalıydı. Bulamayınca mutfağa geçti. Bir an gözü ocağa takıldı, “Saçmalama!” dedi içinden, neye yarayacaktı ki?! İşte, HAYAT DEVAM EDİYORDU sonuçta ve bir gün onca ÇİÇEK’SİZliğine rağmen umulmadık bir anda ÇİÇEK AÇIYORDU. Birden hatırladı. Yatak odasında olmalıydı. Evet, komodinin üzerinde kalmıştı. Kapıp salona döndü. Hemen kamerayı ayarladı, flaşı milaşı, her bir detayı kontrol etti, mükemmeldi. Kılik kılik ordan, kılik kılik buradan eh bi de şuradan, gelin kızına çekim üstüne çekimini yaptı, düğün fotoğrafçısı edasıylan…

Her şey tamamdı! Çayını aldı, yan sehpaya bırakıp Çestırına uzandı bir güzel; oh, gel keyfim gel! Heyecanla feyzbokunu açtı, taymlayna kapak olsundu işte, kızı gelin olmuştu. Hemen yükledi çektiklerini, altına da birkaç veciz söz! TASTAMAMdı işte!!!

“Çarparım senin ÇİÇEK’SİZliğini de seni de… Dünya elinin altında, ama SANAL ama manal, AVUN AVUNABİLDİĞİN KADAR!” diyerek OK tuşuna bastı, fotoğraflar bir bir ekranlara düştü.

Gelen de sağ olsundu,  gelmeyen de; daldı gitti taymlayna.