24 saatlik nöbetinin bitmesine sekiz saat kalmıştı. Yorgunluktan dizleri titriyordu.
Belki dizlerini böylesine takatsiz bırakan yılların yorgunluğuydu…
Ulaş bir sigara versene.
Başhemşirem… siz bırakmıştınız?
Bıraktım da, o beni bırakmıyor işte. Görmüyor musun halimizi?
Sigaraya yeniden başlamak için o gece gerçekten çok uygundu. Hastanenin aciline
ambulansların biri geliyor biri gidiyordu. Gerçi hastaların çoğunu ayakta tedavi
ediyorlardı ama bazıları o kadar şanslı değildi. Şehir yine bir karmaşa ağının
içine düşmüştü. Tüm bunların dışında da, acilin bir rutini vardı zaten; düşenler,
zehirlenenler, ateşlenenler…
Sigarayı aldı, servistekilere seslendi:
Çocuklar ben on dakika dışarıdayım.
Acilin köhne kapısından adımını dışarıya atmıştı ki, gecenin sessizliğini çığlıklarıyla
yırtarak bir ambulans geldi ve tam önünde durdu. Ambulans ekibinden biri
başhemşire Ayla’ya:
Abla hasta kurşunla yaralanmış, trafik berbat, yolda hasta çok kan kaybetti…
Oğlum bunlar plastik mermi kullanmıyorlar mıydı?
Abla, Taksim çok karışık!
Onlar hastayı acile taşırken Ayla sigarasını lekelenmiş önlüğünün cebine attı.
Tam ekibin peşine takılmışken, ambulanstan birini daha indirdiklerini gördü. “İyiyim
ben, ne olur babamı kurtarın” diyordu genç kız ambulans hemşiresine. Çok
üzerinde durmadı yeni inenin, koşarak acile geçti.
Dizleri titremiyordu artık. Böyle anlarda neredeyse bayıltacak kadar olan yorgunluğunu
unutuyor, hastalar için ne gerekiyorsa yapıyordu. Kurşun yarası alan
adamın durumu ağırdı. Kurşun karın boşluğuna gelmişti, iç kanaması vardı ve
acil ameliyata alınması gerekiyordu. İlk müdahaleyi yapıp ameliyat için servise
gönderdiler. Bundan sonrası kimine göre şans, kimine göreyse kaderi olacaktı.
Ayla hemşire iki dakikalığına da olsa biraz nefes almazsa bayılacağını hissetti.
Bir parça gökyüzü, bir parça temiz hava istiyordu. Önce lavaboya geçti yüzünü
yıkadı. Ön kısmı iki yandan beyazlarla gölgelenmiş, iri dalgalı, uzun siyah saçlarını
topladığı lastiğini çözdü. Saçlarını ıslatarak yeniden topladı. Felaket habercisi
yeni bir ambulansa yakalanmadan az soluklanabilmek için, tekrar acilin kapısından
hastanenin dar avlusuna yöneldi.
Avlu, ambulansların keskin bir U çizerek, hastalarını bırakabileceği darlıktaydı.
Ortasında büfe vardı. Bu yolun üzerinde hastanenin farklı bölümlerine açılan,
kimisi kilitli arka kapılar bulunuyordu. İhtiyaç oldukça birbirine eklenen yamalı
yapısıyla, nereden geldiği bilinmeyen, zamanını yitirmiş bir ucubeye benzeyen
hastane, avluya çıkanları gri pis duvarlarına hapsediyordu. Bu duvarlardan sarkan
klimaların dış motorları olanca hızıyla çalışırken avluya sularını damlatıyordu.
Ama insan isterse, tüm bunların arasından başını yukarıya kaldırıp gökyüzünü
görebilirdi, az da olsa…
Son hastayla uğraşırken saatler geçmiş geceden soyunmaya çalışan günün alacası
düşmüştü gökyüzüne. Ayla hemşire ömrünün otuz yılını geçirdiği bu hastanede
nefes almak için işte hep buraya çıkardı ve başını kaldırıp, o avuç içi kadar
yerden gökyüzünü izlerdi.
Avlu kalabalıktı. İçerdeki hastalarını bekleyenler, ellerinde tahlil tüpleriyle oradan
oraya koşturanlar, kendisi gibi azıcık hava alma umuduyla dışarıya çıkan
yatan hastalar…
Oturacak yer bakındı. Büfenin önündeki bank boştu. Sigarasını çıkarttı, dudaklarının
arasına aldı ama yakacak ateşi yoktu. “Tüh “ dedi içinden oturduğu yerden
kalkacak, servise yürüyecek gücü de yoktu. Dudaklarına yapışan sigarayı tekrar
eline aldı ve ödünç ateş isteyeceği birilerini arandı ama bu gece herkes yeşilaycıydı
anlaşılan, çevrede sigara içen yoktu. Tam o sırada, az önceki kızı gördü.
Kuytuda bir duvara yaslanmış, dizlerinin üzerine çökmüş, başını gökyüzüne
kaldırmış dua eder gibiydi. İnce siyah kaşları ve boncuk gözleriyle, oya gibi işlenmiş
küçücük, bembeyaz bir yüzü vardı. Bu haliyle en fazla yirmili yaşların ortasında
olduğu anlaşılıyordu. Omuzlarına inen kumral saçları, üzerindeki kırmızı elbise
gibi yer yer ıslaktı. Dizlerinin üstüne kot ceketini örtmüştü. Darmadağındı,
hüzünlüydü, çaresizdi…
Ayla acildeki yakınlarının sağlığı için dua edenlerin oluşturduğu bu sahneyi çok
tecrübe etmişti ama şimdi başka bir şey vardı. Kızla arasında hızla kurulan, kimselerin
bilmediği, kader bağı gibi bir şey. Sanki şu an, birkaç metre ilerde ağlayan
gençliğini izliyordu. Yine Haziran diye düşündü, gece ve işte ben çökmüş duvarın
dibine babam için dua ediyorum.
16 Haziran’dan sonra ömründen haziranları silmişti oysa. Şehri kaplayan erguvanları,
buram buram kokan yaseminleri görmezden gelmişti. Ama şimdi yine
hüzünlü bir haziran gecesi karşısında gençliği hıçkırıklara boğuluyordu.
“Gitme baba ne olursun” demişti o gün babasına. Bana bir şey olmaz merak etme
demişti babası da. Dev gibiydi. Koskoca ateş kazanlarının önünde çalışıyordu. Bir
an o da inandı babasının sözlerine, benim babama bir şey olmaz diye düşündü
ama “Gitme” dedi yine de. “Olmaz kızım, arkadaşlarımı yarı yolda bırakamam. Biz,
sizin geleceğiniz için direniyoruz” demişti. Olmayacak olan olmuştu. İşte o gün
bugün Haziran yoktu onun için. Bir kez daha düşündü, haklıydı nefretinde; karmaşa,
acı, ölüm… Değişen ne vardı?
Kız izlendiğinden habersizdi. Başını gökyüzünden indirince Ayla’yla göz göze
geldiler, yerinden fırladı Ayla’nın yanına geldi:
İyi mi babam?
Ameliyata aldılar…
Tekrar konuşmadan önce bir süre durdu, iyi olması mucizeydi biliyordu ama:
İyi olacak, merak etme dedi.
Kız:
Benim yüzümden dedi. Benim yüzümden babam burada. Ben sadece ağaçlar
yaşasın istemiştim, o da benim yaşamamı. Beni koruyordu, o yüzden vuruldu.
Hepsi benim suçum.
Karışmış saçlarının arasından başını kaldırdı, yardım istercesine Ayla’nın yüzüne
bakarak söylemişti bunları. Ayla ne diyeceğini bilemeden ellerinden tuttu kızın:
Adın ne senin? dedi
Kız hıçkırıklarını yutarak:
Haziran, dedi.
Ayla sadece “Haziran, yaşananların hiç biri senin suçun olamaz” diyebildi.