Bir fincan kahve lütfen! .
Ay unuttum, bu mekân kalk da kendin al türündendi, iş başa düştü…
Pencere önünde bir yere oturdum. .
Şöyle herkesi rahatça dikizleyecek gibi. .
Çok yüksek sesle konuşuyorlar, birbirlerine sürekli bağırıyorlar. Şu siyah, uzun saçlı, kırmızı rujlu kız karşısındaki adama eşiyle nasıl tanıştığını anlatıyor, kocam en samimi kız arkadaşımın sevgilisiydi diyor. Adam şaşırmış gibi bakıyor önce, sonra gülüyor, devam et diyor, anlat çok ilginçmiş hikayen. Onları duyanlar kulak kesiliyor, hepsi merakla hikâyenin devamını dinlemeye hazırlanıyor.
Benim ilgimi çekmiyor, başka tarafa çeviriyorum başımı. .
Karşımda kısa boylu, sarı uzun saçlı, yay gibi kaşlarını kaldırıp, gözlerini kısarak etrafına bakınan bir kadın var. Onun karşısında iki kadın, iki erkek oturuyor. Erkekler konuşurken ne sarışın kadına ne de diğerlerine bakıyor. Birbirlerine de baktıkları yok, söz kapma telaşındalar, biri ufak tefek, genç. Diğeri orta yaşın üstünde, pejmurde görünümlü. Kadınlar daha rahat ve lakayıt görünüyorlar. Sarışın kadın sürekli soru soruyor. .
Cemil diye birinden bahsediyorlar. Anladığım kadarıyla; adam bu kadınlardan genç olanıyla evliymiş, adı Zeliha’ymış. Diğer kadın, Zeliha’nın annesiymiş. Adı Sedat olan genç adam Cemil’in iş arkadaşıymış. Yaşlı adam Cemil’in amcası. Üç çocukları varmış Zeliha’yla Cemil’in. Bir yıl önce öldürülmüş, katili köyün delisiymiş görünürde. Öldürüldüğü gün Kamil ve Cemil arabayla İstanbul’a sekiz saat uzaklıktaki köylerine gidiyorlarmış. Köyün girişinde, sürekli asker şapkasıyla ve elinde oyuncak silahla gezen köyün delisi Veli’yle karşılaşmışlar. Kamil’in ifadesine göre ona merhaba demek için durmuşlar. Veli Kamil’in belindeki silahı görmüş, bakmak istediğini söylemiş, Kamil sadece vermekle kalmamış, nasıl ateş edileceğini göstermek istemiş… Hacet gidermek için yanlarından ayrılan Cemil geri gelirken kazayla vurulmuş. Silah Velinin elindeymiş, ve onun cezai ehliyeti yokmuş. Kimse ceza almamış. Şimdi durum şu; karısı olaydan bir yıl sonra kocasının yeğeni tarafından öldürüldüğünü iddia ediyor. İş arkadaşı Sedat ise Cemil’in Kamil ve Zeliha tarafından öldürüldüğünü iddia ediyor. Sarışın kadın sürekli sorular soruyor, Sedat hiç durmadan konuşuyor, sözünü kesmek isteyen Zeliha’yı bağırarak susturuyor. Cemil abi dünyanın en iyi insanıydı diyor, Zeliha onu aldatıyordu yeğeni Kamil’le aldatıyordu. Bunu herkes biliyordu, Cemil abi de biliyordu ama sesini çıkaramıyordu. Sanki büyülenmiş gibiydi, kaç kere öldüreceğim bu kadını dediğini duydum ama yapamadı, üniversite okumak için köyden gelip yanlarına yerleşen yeğenini de çok severdi, ona kondurmak da istemiyordu galiba. Hatta üçüncü çocuğunun kendisinden olmadığı söylentisi vardı. Hem Cemil hem de Kamil bu dedikodulardan haberdardı. Olaydan bir gün önce Cemil abi köyünden arandı, annesinin hasta olduğu söylendi. Kamil ben seni götüreyim dedi, söyledim, gitme dedim, otobüsle git, uçakla git, ne diye Kamil’le gideceksin ama dinletemedim. Amca giriyor araya, anası hasta falan değildi, yola çıkarmak için bahane ettiler… .
Zeliha sürekli göğsüne vuruyor, yalan, yalan diyordu, benim Kamil’le ilişkim olsa, ondan çocuğum olsa Kamil gidip o süslü kokanayla evlenir miydi… Sarışın kadın sakinleştirmeye çalışıyordu onu. Derken bir çığlık attı ve yere yığıldı, bir anda ortalık karıştı, herkes başına toplandı onu ayıltmaya çalışırlarken ben duyduklarımı hazmetmeye çalışarak başımı başka tarafa çevirdim.
Hemen yanımdaki masada bir yemek muhabbetidir gidiyor. Beş kişiler, üç kadın, iki erkek. Hepsinin önünde aynı yemek var, domates soslu bonfile. Kadınlardan biri başına taç takmış, prenses olduğunu iddia ediyor. Ben prensesim ve bu yemeği en güzel ben yaparım. Çatalıyla tabağındaki eti ittiriyor, olmamış bu diyor, beğenemedim, hem çok tuzsuz, hem de soğuk. Adamlardan biri atılıyor, hangi ülkenin prensesisin sen şekerim, ay hiç güleceğim yoktu diyor ve basıyor kahkahayı. Ben gönüllerin prensesiyim diye cırlıyor kız, sadede gelelim bu yemek olmuş mu sizceee… .
Cevabı duymak istemiyorum, dikkatimi başka yöne çeviriyorum. Of içim kıyıldı, ooo saat bir buçuk olmuş… .
Ay o da ne, adam resmen önünden giden kadının çantasından cüzdanını yürüttü. Gözümüzün önünde. Kadın hâlâ farkında değil. Tövbe tövbe şimdi de gitti çarptı kadına. Ay bi de bağırıyor, hırsız vaaar, bu kadın benim cüzdanımı çaldııı… Yok bu kadar olmaz…Hem suçlu hem güçlü. Kadın şaşkın, gayri ihtiyari eli çantasına gidiyor, cüzdanının yok olduğunu anlayınca adama saldırıyor, kafasına kafasına vuruyor çantayı, adam güç belâ sesini duyurmaya çalışıyor, kamera şakası, hadi el sallayalım… Kadın toparlanıyor, iğreti bir gülüş oturtuyor suratına, kamera şakası değil, eşşek şakası derler buna diye mırıldanıyor…
İnşallah ben de çıkmamışımdır görüntülerde! Acıktım. .
Dur bi dakka, ya bu şahıs her ramazan televizyonlarda dini konuşmalar yapıp, her gün üç aşağı beş yukarı aynı sorulara cevap veren adama ne kadar benziyor. Oğlu olabilir mi acaba? Yanındaki kadınla konuşmalarına kulak misafiri oluyorum, hocam ramazanda denize girmek oruç bozar mı acaba diye soruyor kadın.
Derken kapıdan yüzü neredeyse tamamen yanmış bir kadın giriyor.
Bakamıyorum, gözlerimi yumuyorum ama konuşmaları kulağımda. Onu bırakmamı gururuna yediremedi, yüzüme kezzap attı, yakalandı ama serbest bırakıldı…
Yerimden kalkıp mutfak tezgahında duran ekmekten koca bir parça koparıyorum, dolabı açıp koca bir peynir dilimini içine tıkıyorum, kocaman bir lokma alıp pencere önündeki yerime kuruluyorum. .
O da ne? Karşımda sinirden kıpkırmızı olmuş, kısa saçlı, yaşlı bir kadın var. Parmağını yüzüme doğru sallayıp, ne yapıyorsun kızım, o yediğin var ya zehir, zehir!
Ekmek şekere dönüşür, sağlığa zararlıdır, et ye, köy teryağı ye, köy yumurtası ye, zeytinyağı iç, saymadan zeytin ye, sebze ye. On bin adım yürü her gün…
Lokmalar boğazıma diziliyor, tam o anda annem giriyor içeri.
“Sen hâlâ televizyon karşısında mısın? Hiç kalkmadın mı yerinden?”
“Memleketimden insan manzaraları seyrediyorum anacığım…” .
“Kalk kalk kalk çık dışarı! Şu havanın güzelliğine bak! Memleketinin de insanının da manzarasını canlı canlı seyret ! Dahil ol hayata! Hadi marş!”