Sokağın sonunda, yokuşun başında etrafı iri taşlarla çevrili bir avlu. İçinde terk edilmiş, karşılıklı yıkık iki ev ve ortada kocaman bir ıhlamur ağacı. Ağaca yaslandı. Ne çok anısı var bu ağacın altında. Buraya ilk geldiğinde en çok bu ağacı sevmişti. Şimdi duyduğu mis gibi kokuyu duymuştu bahçeden içeriye ilk adımını attığında. Neler, ne acılar gördü bu avlu içinde beş yıl boyunca. Hepsine şahit bu ağaç. Her şey geçti gitti işte dedi kimse kalmadı geriye, ben de gideceğim, az kaldı. Rüzgârın yaprakları döndürmesiyle ortaya çıkan gümüşsü ışıltıları izlemeye daldı. İpek şalını saçsız başına doğru çekti.

“Anne” diye seslendi arabadan inmeyen kızı, “üşüteceksin çok durmayalım istersen.” “İyiyim, merak etme”. Ne zaman değişmişlerdi rolleri. Şurada salıncakta salladığı, kilim serip üzerinde oynadığını seyrettiği günler daha dün gibiydi. Dört yaşındaydı buradan ana kız şehre kaçtıklarında. Kaçmak. Kurtulmak bu evdekilerden. Sonra mücadele, çalışmak, çok çalışmak…Ama başarmıştı işte. Kızını okutup, büyütmüştü. Arabada telefonuyla sağı solu arayarak işlerini denetleyen kızına gururla baktı. Sonra başını karşıki tepelerin ardında kaybolmakta olan, olgun kayısı rengindeki güneşe çevirdi. Eskiden bir hüzün çökerdi günün bu vaktinde. Bu saatlerde kocası işten eve dönerdi. Kim bilir kime neye hırslanarak bir hışımla içeri girer, kusur bulmakta gecikmezdi. Arkasından da…Yaa işte ne günler, geçti hepsi. Karşı evin kırık camında binlerce parça Neriman Hanım’ın yüzünü gördü kendini izleyen. Önündeki sineği kovalar gibi eliyle kovaladı görüntüyü. Oradan izlerdi hep. Evliliğin ikinci haftası mıydı, kocası, ondan habersiz komşulara gitti diye yerden yere savurduğunda kendisini. Anası ispiyonlayıp, doldurmuştur tabii, sonra da keyifle izlemişti oğlunun gelinini dövmesini. Oğlu yorulunca, elinde bezle gelip sırtındaki teri silmişti. Sonra da kendisi şuradaki çeşmede burnundaki kanları yıkarken, yanındaki masada karşılıklı çaylarını içmişlerdi ana oğul. Ya işte böyle, hepsi geçti, neler geçiyor…

Komşu evden ufak tefek yaşlıca bir kadın çıktı. Arabanın camını tıklatıp kimsiniz, kimi aradınız diye sordu. Bahar, annesinin yirmi beş yıl önce burada yaşadığını söyledi. Yaşlı kadın şaşırmış bir halde, “Neriman ablagilin gelini ha? Sevil mi dedin adını?” “Evet buraya gelin gelmiş yıllar önce. Yarın hastaneye yatıracağız. Tekrar görmek istedi buraları.” Kadın baş örtüsünü çekiştirerek ağacın yanındaki kadına baktı. “Kendi kendine konuşuyor galiba.” “Ağaçla konuşuyordur. Onunla dertleşirmiş eskiden, anlatırdı bana.”

Sevil elini ağacın pütürlü gövdesinde gezdirdi, başını yasladı. Ne çok dinledin derdimi. Acılarımla yordum üzdüm mü seni? Benden sonra seninle ilgilenen okşayan oldu mu? Ben buralardan gidince çok mutlu oldum biliyor musun? Hep iyilerle karşılaştım, şanslıydım. İşim yorucuydu ama olsun hiç şikâyet etmedim. Gündüzleri kızıma komşum baktı ben işteyken. Kötü kadın diyorlardı ona pavyonda çalışıyor diye. Halbuki ne iyi kadındı o. Kızı gibi baktı kızıma. Ne yemeğini ne kekini poğaçasını ne parklara götürmeyi eksik etti. O olmazsa ben ne yapardım. Nur içinde yatsın rahmetli.

Bahar birer ikişer sokağa dökülen meraklı insanların arasından geçerek annesinin yanına geldi. Eliyle gözyaşlarını kuruladı. Koluna girdi. “Haydi geç oldu, gidelim artık.” Kötü anıların annesini üzmesini istemiyordu. Kimseyle konuşmadan arabaya binip uzaklaştılar.

Arabanın arkasından bakakalan yaşlı kadın. “Ah Sevil ah” dedi. “Ne bahtsızmışsın. Gözün yerden kalkmazken nasıl uydun da kaçtın o herifle. Fırıldak Osman’dan hayır mı gelirdi insana. Haftasına pavyona sattı seni şerefsiz. “Yanındaki sordu “Neriman yengenin geliniymiş demek. O da kızı mıydı genç olanı?” “Öz kızı değil o. Bizim damat söylemişti. Sevil kendi kızını kaybetmiş şehre gittiği sene. Bu da komşusunun kızıymış. Annesi gündüz işteyken bakarmış ona. Kızı gibi büyütmüş, anası ölünce de evlat edinmiş. Hey gidi hayat. Yalan dünya…”