Aylardan Kasım, havalar iyice soğumuş. Bir pazar günü… Günlerdir yağan yağmurun ardından pırıl pırıl parlayan güneşle uyanıyorum. Mis gibi toprak kokuyor. Toprak suya doymuş, güneş toprağa misafir olmuş bugün. Ben eksik kalır mıyım? Hayır. Hemen mevsimin rengine uygun, siyah pantolonumu, hardal rengi boğazlı kazağımı ve kırçıllı kaşmir montumu giyip, botları da çekip hızlıca çıkıyorum güneşi selamlamaya.

Yine aklımda binbir  düşünceyle yürüyorum Tiran sokaklarında. Bir yandan güneş ısıtırken içimi, bir yandan hafif hafif esen rüzgâr üşütüyor ellerimi. Buranın ayazı içten içe ısırır, iliklerine kadar işler insanın. Caddedeki beton yığınlarının arasından geçerek büyük parka atıyorum kendimi. Senelerdir her yağmur yağıp güneş açtığında gelirim bu parka. Güneşin o mağrur sıcaklığını toprağın kokusu tamamlar.

Parkın girişinde patlamış mısır satılıyor. İyi fikir buraya koymak. Park büyük. Şimdi alsan çıkana kadar ancak bitirirsin. Mısır satan gencin, bankın ucuna, sanki her an kalkıp gidecekmiş gibi eğreti oturuşundan ziyade, hafif güneşe dönük gülümseyen yüzü dikkatimi çekiyor.

Ona doğru yaklaşmamla daha bir coşkulu gülümseyerek:

“Mısır ister misin abla?” diye soruyor.

“Hadi ver bir tane, ama küçük boy olsun lütfen.”

Yüzündeki o samimi ve o çocuksu gülüşe dayanamayıp:

“Bir fotoğrafını çekebilir miyim?” diyorum.

Utangaç bir gülümsemeyle kabul ediyor. Fotoğrafı çekip, teşekkür ediyorum. Aslında daha da utandırmak değil niyetim ama; “Ne kadar güzel gülüyorsun” deyiveriyorum.

O ise tekrar gülümseyerek:

“Hava soğuk, on gündür yağmur var, iş yok. Güneş gülümsemiş bize bugün, biz nasıl gülümsemeyelim” diyor.

O an bir daha anlıyorum ki gülümsemek gerek. Güneşe, güne, geceye, insana, doğaya, her şeye, herkese. Hayatın tüm hırçınlığına ve şımarıklığına rağmen, yapraklarını dökmesine aldırmadan gülümseyen ağaçlar gibi gülümsemek…

Bir beş dakika, kafamda dolaşan onlarca düşünceyle parkın içinde yürüdükten sonra kavak ağacının karşısındaki banka oturuyorum. Nazım Hikmet’in o şiiri geliyor aklıma. Hani diyor ya;

 

Bende bir kavak ürperir,

Nerde olsam sesi gelir

Muhacirliğimden beri.

 

Her ağaç gibi kavak da

Ömrünce durur ayakta

Gözler durur bir şeyleri.

 

Ağaçların usul usul ahenkle sallanan yarı çıplak dallarına takılıyor gözüm. Birbirinden farklı onlarca ağaç. Hepsi de ne çok şeyi kucaklıyor. Kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları ve binbir renkli çiçekleriyle…

Aileyi, yaşamayı, huzuru, hüznü, ölümsüzlüğü hatta ölümü bile belli bir ahenkte dengeliyor kendi içinde. Yaşama dair onlarca güzelliği temsil eden ağacın “darağacı” olarak ölümü dahi kabullenmesi ne büyük bir erdem. Dallarında kuşlara yuva veren yaşam veren ağacın aynı dallarla ölümün de var olduğunu hatırlatması.

Mısır satan gencin umutla bezenmiş sözleri geliyor aklıma. Üzerinde sararıp düşmeye yüz tutmuş ama ısrarla dalına tutunmaya çalışan yapraklar gibiyiz hayata karşı. Yaşamı da ölümü de kabullenemiyoruz belki de…

Kasımın rehavetinden olsa gerek hüzünlü ama bir o kadar da huzurlu bir sevinç kaplıyor içimi. Neredeyse tamamını dökmüş, mahcup ama tekrar yeşereceği umudu ile dik durmaya çalışan dallar gibi hissediyorum kendimi.

Her haliyle doğaya, insana hem hayat hem de güzelliklerini bonkörce sunan ağaçlar.

Gölgesinde kimi zaman dinlendiğimiz kimi zaman seviştiğimiz kimi zaman kendimizle konuştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, kuşların melodisini dinlediğimiz, dallarından onlarca lezzetle mutlu olduğumuz, tüm olup bitene sessizce eşlik edip, kökleri ile toprağa yara yara girerek yaşama sıkı sıkıya sarılan ağaçlar…

Hayatın onca hoyratlığına rağmen meyvelerinden tekrar tekrar tutunur da bizler bir türlü kök salamaz bütünleşemeyiz. Ya köklerimizi salmaktan eriniriz ya dallarımıza tutunmaktan. Ahh! Aslında ne çok öğreneceğimiz şey var şu ağaçlardan.

Güneşi gören kendini parka atmış belli ki. Bankta oturmuş sohbet eden amcalar, çocuklarıyla oyun oynayan anneler, toprağın nemine aldırmadan yere uzanmış gençler, seyyar satıcılar. Her birini kucaklayan ağaçlara dalmaktan kalabalığı fark edememişim. Ağaçların sesini duymak, içimdeki çocuk heyecanıyla yaşama yeniden dokunmak için parkın ücra köşesinde saklanmış, üzerinde birkaç yaprak kalan yaşlı bir ağaca dönüyorum yüzümü. Rüzgarla birlikte kuş seslerine eşlik eden dalların hışırtısı arasından usulca yaklaşıyorum. Önce parmak uçlarımla dokunuyor, sonra sımsıkı sarılıyorum. Kendi içimde kırılan dalların canlandığını hissediyorum. Toprağın kokusunu çekiyorum içime, kabuğu çatlamış gövdesinden. Kayboluyorum dallarının arasında, sevgilinin kollarında kaybolurcasına. Yaşam. Yeniden var olmak için yaprak dökmektir belki de.

 

Ve o an dilimden dökülüyor;

 

“Ağaç gibidir kadın,

kökleriyle sıkı sıkı sarılır toprağına.

Nektarı dallarından sarkan

meyvelerinde saklıdır…”

 

Fısıltı halinde kulağıma gelen sesle irkiliyorum.

 

“Yazmak için güzel bir gün değil mi?”

 

“Öyle, yazmak için de kendine dönmek içinde güzel bir mevsim.”