Bir sahil kasabasındayım, kasabaya en uzak tatil köyünde, denize en yakın evlerden birinde… Bitişik nizam, sırt sırta evlerden oluşan köy neredeyse boş. Yaz boyu görev gibi tatil yapmaya gelen, sonuna kadar tadını çıkarmak için kendilerini paralayan; durmadan, düşünmeden ortalıkta dolaşan, yiyip-içen, sevişen-dövüşen, tüketen, birbirlerine gösteriş yapan, gündelik ilişkiler kuran insanlar şimdi gerçek hayatlarına dönmüş, bir sonraki yaz için hayaller kurmaya başlamıştır bile… Geride kalan kediler, köpekler, kuşlar, çiçekler, evler, deniz terkedilmiş, ıssız, sessiz… Bir de ben, hepsiyle kader birliği eden… Tek farkla, onlarınki geçici, benimkiyse…
Yıllarca sabah uykularım uyandırma alarmlarıyla kesildi, acele el yüz yıkamalar, acele kahvaltılar, acele hazırlanmalar, işe yetişmeler… Gün boyu koşturmalar, almalar-vermeler, yenmeler-yenilmeler, sahte gülücükler, ay sonunda bankaya yatan paraya bakmalar…
O yıllarda kendime yasakladığım iki şey vardı; durmak ve düşünmek. Biliyordum durursam düşünürüm, düşünürsem devam edemem…
Gün ağarıyor. Gece boyu bana göz kırpan, sırnaşan, bir görünüp bir kaybolan yıldızlar teker teker çıkıyor görüş alanımdan. Denizden gelen dalga sesi artık o kadar kuvvetli değil, yan evden gelen konuşma ve müzik sesi, kuş sesleri, köpek havlamaları, tek tük geçen motorlu araçların sesine karıştı… Şimdi sonsuz bir mavilik içindeyim, denizin ve gökyüzünün renkleri iç içe, güneş doğduğu noktadan uzaklaşma telaşında…Uzun bir geceydi, bahçede iki ağaç arasında kurduğum hamakta yatmaya devam ediyorum. Bakışlarımı denizden alamıyorum, maviyi dolduruyorum gözlerime, kapatıyorum, sonra balıklama dalıyorum içine. Derinlere ulaştıkça siyah oluyor her şey, karşımda olanca ciddiyetiyle kitabını okuyan yirmili yaşlardaki adamın göz rengi kadar siyah… Başını kaldırıyor, alaycı bir gülümsemeyle bakışlarını gözlerime dikiyor. Yanına gidiyorum;
“Yarışalım mı?”
“Okuyorum, sonra belki.”
“Hıh, canın isterse.”
Bizimkiler orda sahilde oturmuş şamata yapıyor. Çakır gözlü ayakta, o oturmaz pek, boyunu-posunu, pazılarını, güneş yanığı esmer vücudunu göze sokmaya bayılır. Üzerine toplanan bakışlardan alır yaşam enerjisini. Etrafında onca güzel kız varken benimle ilgilenmesi şaşırtıcı. Çirkinim ben, saman sarısı saçlarım, gri gözlerim, kepçe kulaklarım, uzun burnum, çenemin altından hiç eksilmeyen kocaman sivilcemle bildiğin çirkin… Kara gözlü de öyle düşünüyor biliyorum, dokunmuyor bana, yan yana yürürken aramızda yarım metre mesafe koyuyor neredeyse. Yüzerken özellikle yakınına gidip ona dokunduğumda hızla kaçıyor benden. Sevmiyor beni ama hep gözü üstümde. Çakır gözlü bana sarıldığında, elini saçlarımda gezdirdiğinde kaç kere yakaladım kızardığını, o her daim dik dik bakan gözlerini kaçırdığını…Onun kadar dik bakışlı birini hâlâ görmedim, bir seferinde inatlaşıp; hadi bakalım kim önce gözlerini kaçıracak diye gözümü gözüne diktim, üç dakika sonra ben ağlayarak kaçtım yanından, gözleri çok derindi, kaybolmaktan korktum…
Çakır gözlü benimleyken benden çok etrafa bakardı, bize bakıyorlar mı diye. Aramızdaki tezadın dikkat çektiğinin farkındaydı, özellikle dokunurdu bana, “Benim o!” dercesine tutardı elimi, doğrusu hoşuma da giderdi.
Deniz kıyısında bir kentte yaşıyorduk hepimiz. Ailelerimiz tanışırdı, hepimiz birbirimizi neredeyse çocukluktan beri bilirdik. Kara gözlü ile Çakır gözlü sevmezlerdi birbirlerini çocukken hep kavga ederlerdi. Aramızdan üniversiteye ilk giden Kara gözlü oldu. Çakır gözlü bir yıl sonra onun da okuduğu okulu kazandı. İkisi de başkentin sokaklarına karıştı. Aynı çevrede birbirlerine çok benzeyen aile değerleriyle yetiştiler ama iki farklı siyasi görüşün militanlığını yapıyorlardı okudukları okulda. Gözlerinin karasına inat aydınlık düşünceleri vardı birinin, diğeriyse gözlerinin çağrıştırdığı orman ve denizin en derinlerini konuşturuyordu…
Kara ikliminden ayrılıp bu kente geldiklerinde ikisi de yumuşuyor sanki ya da aileler giriyor araya bilmiyorum. Kara gözlü bir ay kalıp gidiyor, diğeri yazı burada geçiriyor. İkisi de benim diğeriyle görüşmemden rahatsız biliyorum ama ben ikisinden de vazgeçemiyorum. Kara gözlü tek kelime etmiyor çakır gözlü hakkında. Oysa diğeri bir- iki kez görüşmemizi yasaklamayı denedi, aldığı cevap hoşuna gitmedi.
Kara gözlü de ben de yüzmeyi çok seviyoruz. Çakır gözlü denize girmez, yüzmez, o güneş yağı kokar, Kara gözlü deniz.
Gruptan birinin anlattığı fıkraya kahkahalarla gülerken onun sesini duyuyorum: “hadi!”
Yarışa hazır arkamda bekliyor. Arkamızda çakmak çakmak bakan bir çift çakır göz bırakıp yürüyoruz denize. Bazen iki- üç saat sürüyor sudan çıkmamız, inadına geri dönüşü onun başlatmasını bekliyorum. Yorulma belirtisi göstermezsem dönmüyor, arada laf atıyorum kısa cevaplar veriyor, bazen de duymazdan geliyor. Kıyıya döndüğümüzde ben kumlara atıyorum kendimi nefes nefese, çakır gözlünün gölgesi düşüyor üstüme. O ise duşunu alıp kafede kitap okumaya dönüyor.
O kış hepimiz aynı kenti, aynı okulu paylaşacaktık, bölümlerimiz ayrıydı ama hepimiz kampüs içindeki yurtta kalacaktık. Ailem endişeliydi, ülkemiz zor koşullardaydı, öğrenci olayları çok yaygındı, aynı görüşteki gençler bile fraksiyonlara bölünmüşlerdi, her grup kendi görüşünü ölümüne savunuyordu. Gençlerin ölüm haberleri sıradanlaşmıştı, her gece haberlerde listeler okunuyordu. Kimin kimi ne için öldürdüğü belli değildi. Kara gözlüyü alnından vuran kurşunu da kimin attığı hiç belli olmadı.
İlk sömestrin sonuydu, ben ailemin yanına dönecektim, Kara gözlü yurdun kantininde buldu beni, ailesine bir şey yollayacakmış, küçük bir paket verdi elime. Sonra oturduk konuşmaya başladık, konuştuk, konuştuk… Gece yarısına doğru kantinin camında bir çift çakır göz gördüm sanki, ama yok o olsaydı seslenirdi diye düşündüm. Sabahın ilk ışıkları boy gösterdiğinde ben yorgunluktan bîtap odama gitmek için ayağa kalktım. “Güle güle git, herkese selam” dedi ve ilk kez sımsıkı sarıldı bana. Keşke hiç bırakmasaydı, birlikte çıksaydık dışarı, acaba durum değişir miydi? Biliyor muydu başına gelecekleri? Paketi o yüzden mi annesine yollamak istemişti, “Başıma bir şey gelirse gri gözlüme ver” diye. Şiir yazdığını bilmiyordum, beni ülkemiz kadar güzel bulduğunu, ülkemiz kadar sevdiğini de…
Çakır gözlü kayboldu ortalıktan, yıllar sonra televizyonda mensubu olduğu parti adına bir konuşma yaparken gördüm. Kanalı değiştirdim. Kendimi hâlâ suçluyorum, o dönem kalbimi netleştiremediğim, ikisinden de vazgeçemediğim için. Ama on yedi yaşa hesap sorulur mu? On yedi yaşın günahı olur mu?
Ellerinde bavullarıyla kapımın önünden geçen karı-koca komşularım el sallıyor:
“Havalar iyice soğudu artık, siz ne zaman gidiyorsunuz?”
“Ben gittim, biraz önce ordaydım zaten! Aslında ben hep ordayım!” diye mırıldandım.
El sallayıp gözlerimi kapattım tekrar. Bedenimin şeklini almış hamağa gömüldüm.