Öğlenleri etli barbunya yemekten bıktım artık. Köpükten tabldotlarda neredeyse iki
günde bir bu yemeği getiriyorlar. Tamam, barbunya ve et besin değeri açısından
harika bir ikili ama sürekli olunca da insana bıkkınlık veriyor. Üstüne üstlük yemeğin
içine iri iri atılmış etleri aç köpekler gibi dişimizde parçalayıp mideye indirmemizi
istiyorlar. Geçende yemek dağıtan Ferya teyzeden yemeğimizi insan gibi yiyelim diye
ısrarla plastik bıçak istedim ama vermedi. Neymiş efendim, tehlikeliymiş. Plastik
bıçakla bileğini, kolunu kesenler oluyormuş. Sanki birilerine zarar vermenin tek yolu
buymuş gibi!
Oda arkadaşım Âdem’den gayet memnunum. Zarar vermek aklımın ucundan
geçmez. Kendisi obsesif kompulsif bozukluktan muzdarip. Aylardır bu klinikte
yatmasına rağmen herhangi bir gelişme gösterememiş. Biraz genetikmiş sanırım.
Yaş geçtikçe daha da ilerlemiş. Geçen süre zarfında burayı iyice evi bellemiş gibi.
Düzen takıntısı had safhada. Bu benim de işime geliyor. Mesela, gece tuvaletten
döndükten sonra sağa sola fırlattığım terliklerimi sabah kalktığımda yatağımın hemen
kenarında buluyorum ya da sandalyenin üzerine öylece savurduğum el havlusunu
sabah askılıkta görüyorum. İçten içe bana kızıyor olabilir ama bunu bana yansıttığını
hiç görmedim. Ben geldiğimden beri, yani yaklaşık üç haftadır aynı odadayız. Sessiz
sakin, kendi halinde birisi ama ara ara duvarlara bakarak şu şekilde mırıldanıp
duruyor:
-Baba para saymaktan mı simsiyah oldu parmakların?
-Evet oğlum.
-E para sayma makinesi yok mu?
-Var da güvenemiyorum.
-O yüzden mi simsiyah oldu parmakların?
-Evet oğlum.
……………..
İlk başlarda bu kısır döngüyü dinlemekten kafayı yiyecektim ama sonradan alıştım.
Mırıldanmaları ince bir ninniye dönüştüğünde lorazepam bile alma ihtiyacı duymadan
uykuya dalıyorum. Şayet uykum bölünürse gizlice dinlenme odasının köşesindeki
sigara odasına gidiyor, pencereden dışarı bakarken hızlıca bir sigara tüttürüyorum.
Benim gibi uykusu kaçmış birileri varsa ayaküstü konuşuyoruz. Maraşlı Ahmet de bu
kaçamakların müdavimlerinden. Genç yaşta damar tıkanıklığından defalarca ameliyat
olmasına rağmen alkolü bırakamayınca çoluğuna çocuğuna zarar vermemek için
gönüllü olarak kliniğe yatmaya karar vermiş. Büyük oranda rehabilite olmuş
görünüyor çünkü fiziksel bir bağımlılık değil onunki. Felsefede doktora yapıyormuş.

Cebinden eksik olmayan çekirdekleri beraberce çıtlatırken kimi zaman hızımızı
alamayıp edebiyat, siyaset ve hatta futbol muhabbeti yapıyoruz. Sözcüklerimiz
pencerelerdeki demir parmaklıklara çarpıp gerisin geri içeri düşüyor. Biz boşluğa
düşüyoruz. Üst katlardaki yoğun bakım ünitelerinden gelen çığlıklar sözcüklerimiz
arasındaki boşlukları dolduruyor. Oralarda intihara teşebbüs etmiş ve hâlâ bu
eğilimlerini sürdüren üçüncü ve dördüncü seviyeden hastalar yatıyor. Çok daha sıkı
bir şekilde gözetim altında tutuluyorlar. Sonra gece boyunca herkes uyuyor mu diye
kontrole gelen hemşirelerin uyarılarıyla odalarımıza çekiliyoruz.
Sabah olduğunda Ferya teyzenin sesiyle uyanıyorum. Kapının sağ tarafındaki
masanın üzerine sadece bir tane tabldot bırakıyor ama nedenini henüz
öğrenemedim. Oda arkadaşım için neden getirmediğini soruyorum. O senden önce
yedi, diye sinirle cevap veriyor her defasında. Neden sinirlendiğini ve neden suratıma
tuhaf tuhaf baktığını geldiğimden beri anlamış değilim. Doktorlara şikâyet etmek
aklıma geliyor ama Ferya teyzenin öğünlerden arta kalan yiyecekleri toplayıp evine
götürdüğünü filan düşündüğümden vicdanım buna el vermiyor. Çünkü kocasının yıllar
önce öldüğü ve kendisi hariç üç boğaza tek başına baktığı rivayetleri dolaşıyor.
Doğru mu yalan mı, bilinmez. Ama doğruysa yazık olur. Öğle yemeği ve akşam
yemeğinden sonra birer defa olmak üzere elimize bir bardak su alıp ilaç kuyruğuna
giriyoruz. Ama ben ilacı dilimin altında ya da dişlerimin gerisinde saklayıp tuvalete
tükürüyorum. Şayet doktorlar ilacın boğazımdan geçip geçmediğini bizzat kontrol
ederlerse ilacı yutuyor, sonra tuvalette boğazıma parmağımı sokup kusuyorum.
Kendime sakladığım bir sır bu.
Yemek aralarında herkes ne istiyorsa onu yapıyor. Kimisi dinlenme odasında
muhabbet ediyor, kimisi tavla oynuyor, kimisi odanın köşesindeki ankesörlü telefonda
bir yakınıyla konuşuyor. Ben genelde yazarak zaman geçiriyorum. Ülkenin en önemli
yazarlarından birisiyim. Daha önce yayınlanan altı tane romanım ve kırka yakın
öyküm var. Yeni tanıştığım insanlara bunlardan bahsetmeyi çok sevmiyorum çünkü
yanlış anlayabiliyorlar. Burnu büyük, egosu tavan yapmış bir insan görüntüsü vermeyi
istemediğimden kitaplarımı ya da öykülerimin yayınlandığı dergileri yanımda
bulundurmuyorum. Bir yerlerden duyup da çok merak eden ve soran olursa ancak o
zaman konuşmayı tercih ediyorum. İlk geldiğim günün akşamında doktora mecburen
bahsettim biraz. Kitaplarımla ilgili uzun uzun sohbet ettik. Kendisi iyi bir okur
olduğundan kitaplarımı çok merak etti. Kimseye bahsetmemesi koşuluyla bir ara
kitaplarımı ona ödünç verebileceğimi söyledim. Sonra parmaklarım dikkatini çekti
tabii. Teknoloji konusunda biraz gelenekçi olduğumdan hâlâ elimle yazdığımı, kurşun
kalem de olsa, mürekkepli kalem de olsa parmaklarımda izler kaldığını ve bunu
engelleyemediğimi belirttim. Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş gibi yazarların da hâlâ
elle yazdığını söyleyip beni çok iyi anladığını belirtti. İnsanın hayatta kendisini bir

çırpıda anlayabilen insanlara denk gelmesi ne büyük bir şanstır. El yazımın berbat
olduğunu eklediğimde de elindeki dosyadan boş bir kâğıt çıkartıp bir şeyler yazmamı
istedi. O sabah odaya ilk geldiğimde oda arkadaşımdan duyduğum şeyleri kâğıda
karaladım. Doktor kâğıda gülerek baktı. “Hangi baba-oğul bu” diye sordu. “Oda
arkadaşımla babası herhalde” diye cevap verdim. Duvarlara bakarak bu şekilde
mırıldandığını söyledim. Doktor bir daha gülüp el yazımın kendi el yazısından daha
güzel olduğunu ifade ederek kâğıdı dosyasına geri koydu. Doktorla tanışıklığımız
böyle başladı. İki günde bir odasında buluşup konuşuyoruz. Son zamanlarda resim
de çizdiriyor. Geçenlerde bunun nedenini sorduğumda belki kendimi sadece
sözcüklerle değil resimlerle de ifade edebileceğimi, hatta sonraki kitaplarımın bazı
sayfalarında tematik olarak küçük karakalem resimler kullanabileceğimi söyledi.
Enfes bir fikir doğrusu!
Doktorun söylediklerine dayanarak dün bir resim yaptım. Pilot kalemimin mürekkebi
bittiğinden kurşun kalem kullandım. Zaten bence yazı pilot kalemle yazılır, resim
kurşun kalemle çizilir. Resmimse şu şekilde: Genç bir adam ardına kadar açılmış bir
pencerenin önündeki daracık demir parmaklıklardan ellerini dışarı doğru sarkıtmış.
Bileklerinden itibaren elleri ve parmakları kelebek olmuş, uçuşuyor. Dünden beri bu
resmi bir öyküye dönüştürüp hangi dergiye yollasam diye düşünürken bu sabah
babam geldi ziyaretime. Dinlenme odasında çay içerken bardağı tutan işaret ve
başparmağında siyah lekeler gördüm. Ziyaretçi defterini imzalarken pilot kalemden
mürekkep bulaştığını söyledi. Gece bir şeyler karalamak istedim ama pilot kalemimin
bittiği aklıma geldi. Gece resepsiyondaki görevli dâhil herkes uyuduktan sonra çıt
çıkarmadan aşağı inip ziyaretçi defterinin yanındaki pilot kalemi cebime koydum.
Gözüm ziyaretçi defterine ilişti tabi. El yazılarına bir bakayım dedim. Son kayıt
babama aitti ama biraz daha gerilere gittiğimde babamın üç haftadır klinikte benim
refakatçim olarak kaldığını fark ettim. Hızla odaya döndüm. Babam horul horul
uyuyordu. Pilot kalemi masanın üzerine bıraktım. Çekmeceyi açtım. İlaç kutumu
aldım. Dilimin altına bir adet lorazepam koydum. Yatağıma uzanıp derin bir uykuya
daldım.