Eve kapanıp kaldığım bu salgın günlerinden bir gün, çocukluk döneminden beri hiç görüşmediğimiz bir arkadaşım telefon etti. Şaşırdım. Çok mutlu oldum. Beni mutlu eden neydi peki? Bir anlığına da olsa çocukluğumu anımsamak, içimi çocukça bir sevinçle doldurdu. Oysa çocukluk günlerimizden hiç söz etmedik. Her ikimiz de şimdi, doğduğumuz kentin uzağında başka yerlerde yaşıyorduk. Telefon görüşmemiz, sağlık durumlarımız hakkında “iyiyim” li kısa açıklamalar ve bunca zaman içinde dolaylı yollardan öğrendiğimiz, birbirimizin hakkındaki kırık dökük bilgilerin güncellenmesinden ibaret kaldı. Yüzümde yayvan bir tebessüm belirdi. Yaşamın harala gürelesinde unutulmuş çocukluğumu özlemişim. Bunun üzerine, çocukluğuma doğru, zaman içinde bir yolculuk yapsam nasıl olur dedim. Hemen her şeyin çok çabuk değiştiği bu ülkede ben, neyi nasıl yapacağım konusunda şaşkındım. Umutsuzdum. “Başka yapacak bir şey kalmadı” çaresizliğinden, “Amaaan sende… Neresi inceyse oradan kopsun” durumuna evrilmiştim. Herkesin öyle başarılı ve mutlu yaşama şansı yoktu. Böyle bir ruh halimle çocukluğuma kaçış mümkün müydü? Şimdiye ve geleceğe sırtımı döndüm. Geçmişe, çocukluğuma doğru yola koyuldum. Bunun öyle kolay olmayacağını, daha ilk adımlarda tökezleyince anladım. Bir kere hafızamın zaman ve mekân çizelgesinde bazı bağlantılar silinmişti. Gidecek vasıta da yoktu. Yürüdüm.

Birkaç kilometre yol almamıştım ki karşıma maskeleri çenelerinde iki Polis çıktı. İkisi de sigara içiyordu. Bana saldıracak virüs, onlara saldırmayacak mıydı? Maskem onlarınki gibi olsaydı, ya da sigara içerken yakalansaydım, canıma okurlardı. Gökteki Tanrıdan başka bir kimsem yoktu yanımda. O da beni bu aralar unutmuşa benziyordu. İriyarı, kasları gelişmiş, bakışları hinleşmiş, üniformaları düzgün ve sırmalı, oldukça sağlıklıydılar. Bunlar hangi Âdemoğlunun kulları acaba diye düşündüm. Bektaşi fıkrasındaki gibi bir kendime, bir de onlara ve sonra başımı kaldırıp Tanrıya baktım. “Utan… Utan dedim içimden. Bir “Şahsımın” kullarına bak, bir de senin kulun olan bana bak!” Görece iri olanı sırıttı. Dişlerini gösterdi. Sağlam ve ısırgan görünüyorlardı:

     -Nereye böyle?

     -Eve.

Sesimin, onunki kadar yüksek perdede olmasına özellikle dikkat ettim. Diğeri, dişlerini gizliyor, önüne bakıp sanki hiç orada değilmiş gibi öteye beriye bakınıp duruyordu.

     -Evin nerde?

     -Az ötede.

Yüzüme dik dik baktı. Ben de baktım. Bağırsa… Ben de bağıracak, sövse ben de sövecek, vursa ben de vuracaktım. İkisi birleşip burada beni bi güzelce dövseler, ben de onları dövecek, kemiklerimi kırsalar ben de onların kemiklerini kıracaktım. Kararlıydım. Toplumsal dokuya sinmiş her kademedeki kurumsal ve bireysel adaletsizlik, arsızlık, yüzsüzlük dayanılmaz kertedeydi. En dayanılmaz olanı da, bu insanların tepeden bakan kaba ve kendine hayran, 

kofgüvenli tavırlarıydı. Üstelik bu ikisi, o an orada, bütün olumsuzlukların görece yüklenicileri konumundaydılar. Ben de kötü niyetimin ve öfkemin şehvetinde tüm rezillikleri bir çuval gibi onların başlarına geçiriverdim. Adil değil ama böyle işte!  “Masum değiliz hiç birimiz!”  Bütün bunları o an düşünemedim elbette. Daha sonra geldi aklıma. Sanırım başka bir suçları daha vardı ki onlar duysun ya da anlasın istemiyordum; benden daha genç ve yakışıklıydılar… 

Şimdiye kadar orada yokmuş gibi duran polis arkadaşına yanaştı. Koluna girip sanki onu benden uzaklaştırmak istedi. Birkaç adım uzaklaştılar. Sonra döndü:

     -İyi geceler… Kendinize dikkat edin!

Bu esnada ötekisi sanki sinirlendi, dönüp bana parmak sallayacak, gözdağı verecekti de, suskun olanı onu önledi gibi geldi bana. İkisi de oradan uzaklaştıktan sonra yoluma devam edebildim. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Şafak sökmeden doğduğum, çocukluğumun ülkesinde vardım. Sinop henüz uyuyordu. Yorgun değildim. Tedirgindim. Hangi çocukluğuma gidecektim? Onu kime soracak, nasıl bulacaktım? “Sabah olsun… Hayrolsun!” dedim kendime ve sabahı bekledim. Güneş denizden çıkacak, altın sarısı ıslak saçlarını savururken denizin tuzlu suları yüzüme, üstüme başıma serpilecek, ben de sabahın serinliğinde ürperecektim. Sabahları en sevdiğim, adeta büyülenerek izlediğim güneşin doğum anını asla kaçıramazdım. Bekledim. O anın mutluluğuyla dolup taştım.   

Vakit geldi yürüdüm. Sakarya Caddesi “hayalet şehir” gibi bomboştu. Balatlar antik kilisesi harabeleri yakınlarında, bağ içinde iki katlı ahşap baba evine yaklaştım. Sisler içinde eski ve solmuş bir kartpostal gibiydi. Hasretle onu izledim. Şimdi bana daha küçük görünüyordu. Dut, kiraz, ceviz, erik, incir ağaçlarıyla dolu bağ gitmiş, yerini kuytularındaki koyu gölgeleriyle gizemli ve harap bir bahçe almıştı. Evin hali daha da acıklıydı. Omuzları düşmüş, göğsü çökük, sırtı kambur, dişleri dökülmüş yaşlı bir insan enkazı gibi küskün, inatla zamana direniyordu. Evin görüntüsü, içimdeki mutluluğu söküp attı. Yerine hüzün doldu. Ardışık dört çocuktan iki oğlanın -ki, biri bendim- ceviz ağacının altında itişip yerlerde yuvarlanırken göreceğimi umuyordum. Çocuklar yoktular. İki kız çocuğu ise, bahçede koşuşturup durmuyordu. Geçmişteki zaman diliminde onları öyle bulacağımı söylüyordu hafızam. Yalan söylemiş! Buraya gelmeden önce, sadece onların beni görmeyeceğini sanıyordum ama ben de onları görmüyordum. Bunu hiç düşünmemiştim. Yoksa dalgınlıkla yanlış bir zaman kesitine mi gelmiştim.  

Şimdi ıssız bir viraneye dönmüş bu bahçe bu ev, eskiden ailemizin bireyleri ve misafir akrabalarla her zaman dolup taşardı. Ev halkının dışında hemen herkesin sayıp sevdiği, bizimse sadece korktuğumuz babam, daha eve girmeden, onu kızdıracak bir şeyler mutlaka bulur, bağırıp çağırarak eve girerdi. Ne yapsak, ne etsek onu memnun edemezdik. Gençken, kazara tabancasından çıkan kurşunla, tırnaklı bölümünün koptuğu işaret parmağını bize doğru uzattığında, o kısalmış parmağı uzadıkça uzar… Gelip böğrümüzü delip geçeceğinden korkardık. Onun ve ailemizin şanı, şerefi, itibarı, her şeyin üstündeydi. “Ailemiz” dediği,  kökü 300 yıl öncesine dayanan ve notlar halinde kaleme alınmış bir sülaleydi. Sanki annem ve kardeşlerimiz, onun soylu ailesinin itibarını gönüllü olarak sırtında taşımaya mahküm hamallardık. Ona karşı, sevgim mi yoksa korkum mu daha baskındı? Böyle bir soruya yanıtım, kesinlikle ‘korkum’  baskındı derim. Bizler büyüyünce de değişmedi bu. Makyavelli ( Machiavelli ) yine haklıydı. Sanki evi, aileyi, kardeşleri bir arada tutan tılsımlı bir tarafı vardı babamın. Bu nedenle mi bilmiyorum, “ya ölürse!” diye korkardım. O ölürse, gökyüzünü tepemizde tutan direk yıkılır, gök çöker, biz de altında kalıp ezilirdik. Biz onun çocukları olarak vardık. Kendimize ait bir çocukluğumuz yoktu! Var mıydı yoksa? 

Zaman yürüdü. Gün geldi, babam ölünce gök çökmedi. Üzerimize güneş, ay ve yıldızlar devrilmedi. Dünyamız altımızda sarsılıp yıkılmadı. Annem bir süre onun hanedanlığını sürdürdü. İşte o zaman annemizin gerçek gücünü görebildim. Sessiz sedasız sanki ellerimizdeki görünmez kelepçeleri söküp attı. Serbest mi kaldık? Hayır… Her birimiz, kendi göğümüzü taşımanın telaşına düştük; korumamız gereken sevdiklerimiz vardı. Ve galiba hiçbirimizin kendine ait bir hayatı olmayacaktı. Böyle bir hayatta var sandığım kendime ait çocukluğumu bulamadım. Hayal kırıklığı içinde mermer bir sütun başlığına oturdum. Hıçkırmadım. Çenem titremedi. Gözlerim yaşarmadı. Yine de yüreğim yanarak ağladım. Ağzımdan, burnumdan savrulan dumanları orada bıraktım.

Eve dönünce kaybolan çocukluğuma mı, yoksa elimde kalan ve artık o kadar da bana ait olmayan, Corona-19 salgınının göz hapsinde tuttuğu hayatıma mı yansam bilemedim. Terasa çıktım. Gök, ay, yıldızlar yerlerinde duruyor, göz kırpıp gülümsüyorlardı. Onlara gülümseyemedim bile. Küskün ve somurtkan bir yüzle terasta, sabaha kadar bir aşağı bir yukarı volta atıp durdum.