Rüzgârın Götürdüğü

AHMET RIFAT İLHAN

Kapıdan girdiğini duyduğumda, yorganı çektim başıma. Saklandım. Beni arayıp bulsa, okşasa başımı, öperek uyandırsaydı… Ayak sesleri yaklaştıkça tortop oldum yatakta. Sıkmaktan titriyordu göz kapaklarım. Korktum. Numara yaptığım anlaşılacaktı. Madem aylar sonra eve geliyordu, beni uyandırmak isterdi. Aklına gelirse tabii.

Odamın önünden salona geçti misafir gibi. Annemle konuşmalarına kulak kesildim. Adımı duyana kadar bekledim. Sıram geldiğinde sahneye girdim heyecanla. Ağzımı kocaman açıp yalandan esnedim, yeni uyanmış olduğumu ispatlamak için. Abartılı bir şaşkınlıkla “Aaa, babam gelmiş, yaşasın!” diye bağırarak boynuna atıldım. Asfaltla sigara karışımı baş döndürücü kokusunu çektim içime. Beni kucaklayıp “Güçlenmiş misin bakalım?” diyerek sırtımı yere yapıştırıverdi. Üstümdeki ağırlığı giderek artsa da omzumu yukarıda tutmaya çalışarak direndim. Altında kıvranırken gülmekten direncim kırıldı. “Tuş mu pes mi?” sorusuna, “Tuş, pes!” karşılığını verdim kıkırdayarak. Duyduğum acıyı gülerek hafifletmeye çalıştım. Şimdi anlıyorum, sonrakilere kıyasla hayatımdaki en tatlı yenilgi buymuş meğer.

Akşam yatarken de uğramadı yanıma. Kendime masal anlatarak uyuyacaktım yine. Evin içinden gelen sesler, odamın duvarlarında dolaşan, üstüme atlamaya hazır gölgelere dönüşmeseydi. Gözlerimi kapadım. “Geçti bunlar, geçti işte, bir an sonra yok, gözlerimi açınca hiçbiri kalmayacak, hepsi gitmiş olacak…” diye tekrarladım fısıltıyla. Baktım olmadı. Korkuya başkaldırarak kalkıp odalarına gittim ama girmedim içeri. Eşikte durdum. O korkunç şeyleri kapıda durduracaktım aklımca. Yaşadığından emin olmak için nefesini dinledim annemin. Duyunca rahatladım. Babamınkini dinlememe gerek yoktu. O hep nefes almak zorundaydı nasılsa. Yatağıma döndüm. İçimden anlattığım masallardaki b ve a harflerine sarılarak uyudum.

Gitmesini hiç istemiyordum. Ayakkabılarını akşamdan etajere, kilere, sobanın içine, tel dolaba, yüklüğe, yatağımın altına, kıyıda köşede kuytu nereyi bulursam oraya saklamak işe yaramıyordu. Başka bir yol bulmam gerekiyordu artık. Soru sormaktı bu. Sabah, ilk denememi yaptım. “Baba, elma markette mi yetişir?” Havadaki eli ani şoka dayanamadı, birden aşağı düştü. Annem bana, babamsa karısının ıslak gözleriyle karşılaşmak istemediğinden olsa gerek yere baktı. “Köye, ninesinin yanına göndermek lazım bu çocuğu,” deyip vedalaştı bizimle. Kapıda geçirdiğimiz bu birkaç dakika bile kârdı benim için. Cevabını alamasam da sorularımın en azından babamın gidişini geciktirme, kısa süreliğine de olsa onu evde tutma gücü vardı demek ki. 

Ağaçlardan düşen yaprakların etrafı önce sarıya, turuncuya ve kızıla, sonra giderek kahverengiye boyamaya başladığı günlerde gelmişti babam. Evdeydik. Camın önünde, renkleri artık yavaş yavaş solmaya başlamış sokağı seyrediyordum. Orası daha eğlenceliydi ama dışarı çıkmak istemiyordum. Canım sıkılmıştı. Arkama döndüğümde annem radyo dinliyor, babam gazete okuyordu. Biraz izledim onları uzaktan. Dayanamadım artık, duramadım yine. Nereden geldiyse aklıma, “Sonbahardan sonra hep kış mı gelir?” diye soruverdim. Başlarını kaldırıp bana baktılar. Ardından meraklı bir bekleyiş. Sessizliği annem bozdu, “Haydi, çık biraz dışarıda oyna!” önerisiyle. Ne bileyim beni oyalamaya çalıştığını. Döndüğümde uzun Marlboro paketini göremedim sehpada. Gitmişti. O yokken hiç soru sormadım. Annem telaşlandı. Okuyup üfledi, üzerlik yakıp kurşun döktü. Hiçbiri işe yaramadı.

Akşam saatlerinde evlerine koşan arkadaşlarımın, “Babam geliyor! Babam geliyor!” sözleri, eksikliğimi yüzüme vuruyordu. “Diğer çocukların ne çok babası var, benimki ne az,” diye düşünüyordum. Oyuncak bile istemiyordum artık. Yeter ki gitmesindi. Yalnız, bu gelişinde oyuncak tren beklerken elindeki kuş kafesini görünce, “Aaa, bu yeni oyuncağım mı?” sorusu çıkıverdi ağzımdan. “Muhabbet kuşu bu, yeni arkadaşın. Yemini, suyunu verirsin, konuşursun onunla,” dedi. Kuşum kafesinde uçamıyordu belki ama ben sevinçten havalara uçacaktım neredeyse. Bir an, uçamayan kuşların kanatları düşer mi, sorusu geçti aklımdan. Cevap alamayacağımı bildiğimden sormadım. Babam gittikten sonra zaman, hızlandırılmış film kareleri gibi geçmeye başladı kuşumla.

Etrafın beyaza ve sessizliğe büründüğü, yolların kapandığı sıkıcı günler gelmişti yine. Dayanamıyordum. Onu bulup getirmesini istedim kuşumdan. Kafesin kapısıyla odanın penceresini açık bıraktım. Dilek tuttum. Dua okuyup arkasından üfledim, esen soğuk rüzgârın. Ninemi taklit ederek üç kez âmin, dedim. Babamın, sabah olunca gelip başımı okşaması, öperek uyandırması hayaliyle. Açık pencerenin önünde kuşumun dönmesini ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Rüyamda onu gördüm, ateşten yandığım gece. 

Sabah gözlerimi açtığımda, ateşim düşmüştü. Yukarı baktım. İlk gördüğüm, kapısı açık duran kafesti. Başımı yana çevirdiğimde annemin yaşlı gözleriyle karşılaştım. Babamın gelip gelmediğini sormadım, üzülmemesi için. Sonraki gece ateşlendim yine. Annem başımdaydı. Kâğıt, kalem, zarf istedim. Marketteki hayali elma ağaçlarının resmini çizip altına, “Gelirken getirirsen boyarım!” yazdırdım. Evin yolunu bulmasını kolaylaştıracağını düşünerek zarfın köşesine de adresimizi. Resmi zarfa koymadan annemin eline tutuşturdum. Sıkı sıkıya tembihledim. Kumbaramı al. Açtırınca içinde ne kadar para varsa hepsini zarfa koy. Resmin altına da şöyle yaz. “Baba, köye uğrarsan dedeme gidip taş suluğunu kuşlar için doldur. Zarftaki parayı başucuna koy. Dedem her bayram harçlık gönderirdi bana. Bu da onun harçlığı olsun.” 

Günler, haftalar hatta aylar geçmişti. Ne mektup ne telefon ne de haber… “Yakında gelecek,” deyip duruyordum kendime. Her şeyden habersiz çocuk saflığımla kuşumun onu geri getirmesini bekliyordum. Ta ki yıllar sonra annemin ardında bırakıp gittiği asma kilitli çeyiz sandığını karıştırma cesaretini, ilk kez kendimde bulana kadar. 

Geçen uzun yıllar mı yoksa yine ateşlendiğim bir gecenin daha sabahını görebilmek mi cesaretlendirdi beni? Bilmiyorum. Uyanınca aklıma ilk gelen, ceviz sandıktı. Kalktım yataktan. Çekici bulup çalışma odasına gittim. Köşede duruyordu. Kırdım kilidini. Kapağını kaldırdığımda sandıktan yayılan naftalin kokusu, sardı etrafımı. Beni kollayıp korumak istercesine. Ellerim çekilmeye başladı, içinden fısıltılar gelen sandığın diplerine doğru. Ne zamandır duymadığım seslerdi bunlar. Tanıdıktı. Söyleneni anlamıyordum ama merak uyandırıyordu. Bu davete daha fazla direnemedim. Hiç çekinmeden karıştırmaya başladım. Geçmişin tozlu kuytularından elime ilk geçen, içi dolu kumbaramla birlikte yarım kalmış çocukluğum oldu. 

Karıştırmaya devam ettim. Çeyizlikler arasında bez mendile sarılı bir zarf buldum. Köşesinde eski ev adresimiz yazılıydı. Açtım. Bir kâğıt çıktı içinden. Marketteki hayali elma ağaçlarının boyanmamış kurşun kalem resmi. Altında, “Gelirken getirirsen boyarım!” yazısıyla kenarında, dikkatle kesilip özenle yapıştırıldığı belli olan sararmış gazete sayfası vardı. Yabancı bir kadınla çocuğa sarılan babam, gülümsüyordu fotoğrafta. Altındaki haberde, “Piyango Talihlisi Tır Şoförü Nihayet Ortaya Çıktı!” yazıyordu.