Bütün, parçaların toplamından çok daha fazlasıdır. Parçanın özellikleri ise, bütünün özelliklerinden farklıdır. Parça ancak bütün ile olan ilişkisinde mana kazanır. Halt etmiş Gestalt psikolojisi! Köhler ıvır zıvırı, Koffka falan filanı… Kitaplıktan gözüme ilişen, sayfalarını açıp karıştırdığım, kalın kitabı hızlıca kapattım. Kalkıp ahşap sehpanın üstündeki pikaptan Damien Rice albümünü açtım…

Tavana bakarak, neden benimle şarkı söyledin diye sorup duruyordum kendime. Paramparçaydım, parçalarım bir gökdelenin terasından kentin her köşesine teker teker savrulmuştu. Bir bütüne dönüşemiyordum.

Zamanı umarsızca donduran sivri dilli bir kadın o! Tutkuymuş, ilgiymiş, aşkmış alın hepsi sizin olsun. Neredesin Turgut Abi? Uyar mı sana bu melodrama bağladığım akşam vaktim. Senin şiirindeki Çağrılmayan Yakup’um ben. Bütün ilgiler sizin olsun dediğin. Şiir defterlerimin eski yıpranmış kâğıtlarını aşındırıyorum ağlayan bir kalple.

Günlerdir tek bir cevap almadan, sabırla, kendi kendime yazıp durdum Defne’ye. Yazıp yazıp cevap almadığım her mesajda bir parça umudum eksildi. Sonra bir gün cesaretimi toplayıp aradım onu:

-“Müsait misin Defne? Biraz konuşabilir miyiz?”  dedim sonumun ne olacağını bilmeden.

-“İyidir işte, ne olsun, çalışıyoruz. Bana yazıp yazıp duruyorsun hâlâ elma mevzusundasın Bülent! Elmayı sahiplenmek derdindesin. (O arada yanındakiler gülüşüyor, kızlar ne elması ayol, neyi paylaşamıyor bunlar?) Neyse arkadaşlar var, ben seni sonra ararım.”

Tak kapattı suratıma telefonu. İş arkadaşlarının yanında alelade konuşup geçiştirdi beni. Nazım Hikmet’in Tahir ile Zühre Meselesi’ nde geçen, ‘yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?’ dizelerini söylerdi sürekli. Oğlum sen kederci başının biri değilsin diye avuttum kendimi, kız müsait değil dedim, içerlemedim bu duruma. Günlerdir onu düşündüğümü, mesajlarıma cevap vermeyince telepati yoluyla mesaj yolladığımı, ondan gelecek bir sesin benim için ne kadar önemli olduğunu anlatmadım ona. 

Damien Rice üçüncü şarkıya geçiyordu… Dünkü yaşananları bir kez daha zihnimde yaşıyordum. Masadaki boşalan bardağımı yeniden doldurdum. Defne için yoktum, görünür değildim, bir hayalettim… Gerçek hayatın acılarından kaçtığım ağaç evimdi o benim. O ise, bana sunduğu ilgi kırıntısını kutsallaştıran bir tanrıça gibi görüyordu kendini. Görsün ne olacaktı? Ben onu her haliyle seviyordum. Önceden sevginin fedakârlık ve karşılıksız özveri olduğunu düşünürdüm. İçime kaçmış bir Erich Fromm kelebeği vardı. Ah ah! Ne doğru söylemişti atölyede sürekli çay içip, salonun en sakin köşesine kıvrılıp hattatlık sanatını sabırla yapan Orhan abi:

– “Oynamazsan kaybedersin Bülent, maske takacaksın, gizemli olacaksın, ilgini belli etmeyeceksin, o zaman vazgeçilmez olursun.” Altın renkli çerçeveli gözlüğünü çıkarıp, ufak bir mendille silmeye başladı. 

– “Maske takamıyorum Orhan abi, doğallıktan yanayım. İstiyorum ki beni olduğum gibi sevsin, yargılamasın, değiştirmesin. Ben de onu değiştirmeyeyim. Bilinçaltımdaki olumsuz kayıtları onunla sileyim. Anamın babamın oluşturduğu sevgi açlığımı doyursun. Çok mu şey bekliyorum abi?” 

Bu arada içimden çok kızıyordum anama babama. Küçükken duygusal ihtiyaçlarımı niye karşılamadılar diye. Bazen onlar yüzünden bu hoyrat insanlara direnç gösterdiğimi düşünüyordum. Orhan abi elindeki gözlüğü taktı, demli çayından bir yudum aldıktan sonra:

-“Evlat, bu kirli çağa göre çok beklenti içindesin. Kimse birbirine tahammül etmiyor ki. Âdem evlatları çiğ süt içmiş, hiçbir şey bekleme, akışa bırak kendini, seviyorsa mücadele eder, sevmiyorsa da ondan hayır gelmez sana.”

Bir tuhaf gülümseyiş yerleşti dudaklarıma:

-“İnanamayacaksın ama geçen bizim Hayroş’a fal bile baktırdım. Aklımdaki kişinin niyeti ne, beni nasıl görüyor diye? Hayroş şu an ruhsal olarak çok yorgun, duygusal reaksiyona geçemiyor ama o senin ruh ikizin, dedi. Bende durdum abi, zorlamıyorum. Sahi abi, ruh ikizi diye bir şey var mı?”

Orhan abi, önce gülümsedi, bir süre daldı uzaklara sonra bungun tasalı baktı yüzüme:

-“Ruh ikizi diye bir şey yok, bu tabir insanların uydurması. Ruhlar aynı ortamı, içlerindeki sevginin gücüyle oluştururlar. O da iki tarafın çabasıyla olur. Olmuyorsa, geldiği yerde bırakacaksın evlat.”

İçimi anlaşılmaz bir boşluk duygusu ve hüzün kapladı:

 -“Haklısın abi yoruldum artık, zorlayacak gücüm yok. İnsan, sevgi kırıntısı olmadan da yaşayabilir, yeter ki can sağ olsun.”

Atölyeden çıktıktan sonra mağazaların vitrinlerine bakarak adımladım. Işıl ışıl her yer. Akşamın koruyucu kanatlarına sığındım. Kalabalığın karışık seslerinden geçtim. Köşedeki Helvacı Ali’den küçük kutuda fıstıklı helva aldım. Büyük bir kitapçının önündeki banka oturdum. Yan tarafta gençler gitarla Erkin Koray’ın “Öyle bir Geçer Zaman” şarkısını söylüyordu. Onları dinlerken yediğim sıcak helva içimi ısıttı, açlığımı bastırdı. Boş kabı atacak bir çöp ararken telefonum çaldı. Arayan Defne! Kalbim güm güm atmaya başladı, bacaklarım titredi:

-“Alo, ne haber Bülent? Ne yapıyorsun?” diye sordu yorgun bir sesle.

-“İyidir öyle çarşıda geziniyorum, nöbet çıkışı biraz hava alayım dedim.” 

Hızlı soluk alışverişini duyuyordum, yok hayra alamet bir konuşma olmayacaktı bu. Uzay boşluğuna akıtılan dev bir oluk gibi, duygusuz bir sesle sıralamaya başladı cümleleri:

-“İyi yapmışsın. Bana yazdığın uzun mesajları düşünüp sanırım biraz vicdan yaptım. O yüzden bu konuda sana gerçekçi olacağım. Aslına bakarsan bu ilişkide benim bir etkim yok. Seni de boş yere ümitlendirmek istemiyorum. Bir ilişkide, tutarlılığa ve işlevselliğe önem veririm. Fakat seninle ortak bir dil oluşturup öteki kısımlara geçemedik. Beklediğin gibi ilgi gösterecek bir duygusal yoğunluğum yok sana karşı.”

Dudaklarımda donan acı bir gülümsemeyle bir şeyler geveledim. Makineli tüfek gibi sıraladığı sözcüklerin her yankısı kulağımda bir uğultuya dönüştü. O uğultu büyüdükçe beni amansızca içine çekti. Sesim kayboldu. Ajansın halkla ilişkiler uzmanı, çevresinde sevilen sayılan Defne, öğlen aradığımda arkadaşlarıyla beni tiye alan konuşmasından ötürü bana bir kusura bakma deme gereği bile duymadı. Buz gibi, tanımadığım bir sesle yalapşap yaptığı bir konuşmayla, bir an önce beni başından savuşturmak derdindeydi. O an hayalimdeki ağaç evin, onun enerjisiyle aydınlanan o ütopik evin parçalarını, kocaman sivri diliyle kesmeye başladı. O sesi duyuyordum. 

Defne- ben- ağaç ev- sivri dili- kayboluş

O evin içinde ellerimi başımda kavuşturmuş, oturuyordum ve yavaş yavaş başıma doğru yıkılıyordu o küçük derme çatı. Büyük tahta parçaları başıma değiyor, alın çakramı dumur ediyordu.

“I hope so Bülent, sen bunun üstesinden gelirsin. Hem çok bir şey paylaşmadık ki, sen çok kaptırdın kendini.” derken aniden kapandı telefon. Bir kez aradım, aradığım kişiye ulaşılamıyordu. 

Tam bir şeyler söyleyecekken, sanırım ısrar edeceğimi sezip, telefonu tamamen kapattı. Eski bir bankta yerini bulamamış bir aykırılık ya da bir sıkıntı külçesi gibi oturdum kaldım. Gözümün önünden eski görüntüler geçiyordu. Birbirine geçen görüntülerin hepsinde çok ayrıydık ve ben bunu yeni fark ediyordum. İnsan birinden gitmeden, yarım kalmadan öteki parçasını bulamıyordu. Ama tam gidebilmek için kendiyle yüzleşmeye cesareti olmalıydı.

Damien Rice devam ediyordu söylemeye…