Çünkü bazı günahlar amel defterine yazılmadan silinir demiştin gözlerini kocaman açıp sol kulağımı baş parmağın ile sıkıştırarak. Çünkü babalar her zaman doğrusunu bilirdi, son söz babalarındı.
Çünkü o gün gökyüzüne süzülen kırmızı bir balon vardı. İp elimde, balon havadaydı.
Çünkü anneler ya hep odalarında ya da mutfaktaydı. Eşeği sudan çabuk getirme derdine düşerlerdi. Lakin o eşek sudan gelmezdi. Temiz temiz yerdin dayağını.
Çünkü kocaman evdeki tek çocuktum. Teyzemin her şeyi, annemin oğlu, babamın boyalı kuşuydum. Odalardan mimoza kokuları gelirdi, teyzemin ışıltılı kahkahaları bölerdi rüyalarımı. Mutluluk toz zerreciklerinin güneş ışıkları altında göz kırpması kadardı.
Çünkü hep saçlarımı tarardı teyzem. Annem sol kaşını tepeye kaldırıp, “Yapma Halise allah aşkına,” derdi. Ne yapardı ki teyzem, saçlarımı öpe koklaya taramaktan başka.
Çünkü her odadan güneş ışığı vururdu ortadaki eyvana. Duvarlardaki boy aynalarında şekillenen bedenimi izlerdim. Sevmezdim. Uzun sütun gibi bacaklarımdaki kılları yolardım. İçimdeki insan başka, dışımdaki bedenim başka konuşurdu.
Çünkü sen hep denizdeydin. Fener’e gidip beklerdim. Elime defterimi alır, dalgaların köpüklerine şiirler yazardım. Mahallenin oğlanları tek kale maçını bitirmiş, beyaz atletlerindeki terleri daha soğumadan karşıma geçip gülerlerdi. Çünkü saçlarımın dalgaları çeneme değerdi ve sen ‘’Kesin artık şu çocuğun saçlarını, seferden dönüşte görmeyeyim.’’ diye gürlerdin. Çünkü kimse cinsiyetini seçemezdi.
Çünkü senin kaya gibi kolların, kocaman yumrukların vardı ama gözlerin yoktu.
Çünkü gözleri başka bakıyor bunun diye anneme dertlenirdin. Annem burnunu çeker, kaşlarını havaya dikip, ince uzun parmaklarındaki boyası dökülmüş tırnaklarını kemirmeye başlardı.
Çünkü annem hep güzeldi. Güzelliğe bakmayı severdi sen ise Karadeniz’in hırçınlığına bakan balkonumuzda uzun uzun sigaranı içer, odanıza geri döner “Yolla şu deli kardeşini, aslan gibi oğlumu bozuyor,’’ derdin. Çünkü içimdekini görmek bozulmaktı senin duvarların arasında.
Çünkü annem çarşıya, pazara çıktığı günler seferde değilsen akşama herkes odalarına çekilip annemin acı seslenişlerini dinlerdi. Çünkü tokatların annemin kadife tenini delip geçerdi.
Çünkü erkeklik kaba kuvvetti.
Çünkü en çok teyzem o akşamlarda beni odasına çağırıp, Binbir Gece Masalları’nı anlatırdı. “Saçlarımı belime kadar uzatıp, bende o ayakkabılardan giyeceğim teyze,” dediğimde; susardı, gülümserdi. Gülümserken üst dudağını ısırır, başını bir sağa bir sola sallar “Bir yolunu bul, çık bu kömür kokan kuyudan” derdi burnuma dokunarak. Elleri şeftali pudrası kokardı. Çünkü en güzel makyaj malzemeleri onun odasındaydı.
Çünkü annem susardı, babam gürlerdi. O gün teyzemin odasındaki kahkahaları duyup, kapıyı bile tıklatmadan odaya dalmış, beni yanaklarımda şeftali rengi allıklar, gözlerimde yemyeşil farlar, dudaklarımda ateş kırmızısı rujla görünce kolumdan tuttuğun gibi eyvanın ortasına fırlatmış, avazın çıktığı kadar bağırman yetmezmiş gibi duvardan duvara çalmıştın.
Çünkü dayak içimde olanı silecek, yarım akıllı Halise’nin aklını başına getirecekti. Çünkü dayak cennetten çıkmaydı, ben cehennemden.
Çünkü büyürken bedenim şiddetinle silebileceğine inanmıştın. Çünkü kız gibi güzel senin bu oğlanın yüzü demişlerdi. Yüzümü tanınmayacak hale getirmiştin. Teyzem pamuklarla acılarımı silerken, sen her güne yenisini eklerdin. Değişmedim. Güzeldim.
Çünkü dayaklarının bittiğini sandığım anlarda, odanızın kapısı aralanır, annem yeşilden mora çalan gözleriyle bana değil sana bakardı. Bana bir kez olsun baksaydı, anlardı.
Çünkü annem severdi, sevmeyi bilirdi. Acıtmazdı. Sen acıtan, kırandın.
Çünkü teyzemi evden kovunca fırtınanın dineceğini sandın. Senin fırtına dediğin yarım akıllı Halise benim tek limanımdı. Teyzem gidince sadece çaresizlik kaldı geriye.
Çünkü o gün o kapıyı onun yüzüne kapatırken, gözlerindeki sisi gördüm. Annemi aradım belki kapının ardından bakıyordur, direniyordur diye. Annem değil karanlık vardı.
Çünkü umut seçimlerini kendi yapanlara uğramazdı. Çünkü ben içimde bana biçilmiş olan bedende yaşamak istemediğim için, seçim yapma şansımın olmadığını kabul etmediğim için, çünkü annemin ipek saçlarına hayran olup, senin güçlü yumruklarına, kudretli pazılarına inanmadığım, yüzüne baktığım zamanlarda çöplükten başka hiçbir şey göremediğim için, mavi değil pembeyle yaşamak istediğim için her gün suratıma tükürülerek yaşamaya mahkûm edildim.
Çünkü teyzem de gitmişti. Annem odasının karanlığına ben ise senin vahşetine hapsolmuştum. Kalakalmıştım hayatın ortasında.
Çünkü seninle ve annemle o mezarda yaşarken kimsesiz kalmak hiçbir şeye benzemiyordu.
Hatırlıyorum başımı okşamıştın bir gün. Ben de sana bakıp, ben büyüyünce baba olmayacağım demiştim. Sonrası…Unutmuyorum.
Çünkü unutmak diye bir şey yoktu esasında. Ne akıl ne de beden unutmuyor.
Çünkü ben senin hayal kırıklığındım.
Boyalı kuşuydum evin. Evdeki gagalamalar az geldiğinde sen beni eril masalara taşırdın.
Hani teyzemi evden attığım günün ertesi anneme kurdurmuştun ya o masayı. Kutlamalar var, oğlum erkek adamdır benim diye masana meze yapıp, kafalarının içi örümcek ağı dolu arkadaşlarına kanıtlayacaktın ya oldurmadığım erkekliğimi. Hani bütün gece annemi yine odaya kilitleyip, beni masada tutmuş, birbirinden iğrenç leş gibi erillik kokan hikayelerinizi zorla bana dinletmiş, yetmemiş, geceyi Kozlu’nun pavyonlarında sabahı sabah ettirmiştin ya.
Çünkü zorla o kadınların yatağına sokmuştun ya hani. Eve dönüşlerimizde “şimdi erkek adam oldu, senin bu oğlun.” diye annemin başını yemiştin.
Çünkü o bayram kurbanın boynuna bıçağı zorla bana tutturmuştun. O çeliğin soğukluğu elimi ısıtmıştı. Ne kadar derine saplarsan o kadar acıtırdı. Bunu bana sen öğretmiştin.
Çünkü benim yokuşlarım çoktu. Bedenim yaması hiç tutmayan bir ceketti üzerimde. Hayalini kurduğun erkekliğe bürünmedikçe içindeki öfkeni büyüttün. Sözlerin yetmediği yerde tokatlarını savurdun üzerimize.
Çünkü annem severdi, sen döverdin, kendine özgü, rahatsız edici bir koku yayardın etrafına. Karadeniz’in sularının altında kalmış, nefes alamamış bir insanın yüzü vardı sende. Kendinden başka herkesten iğrenirdin.
Çünkü bir keresinde banyoda kıstırdın beni, bununla oynamayı öğrenmelisin bak böyle diye bacaklarımın arasındakine dokundun. Dokundukça büyüdü gözlerin, nefesin sıklaştı. İçimdeki kalan son umut kırıntısını da orada boğdun. Sapladıkça çıkmayan bir bıçak gibiydi sözlerin, izleri asla silinmeyecek derin bir yaraydı hayat sayende. Utançtım ben. Kocaman karanlık bir utanç, yaşamayı öğrendiğim.
Çünkü o gün son kez evim dediğim yere geldim. Perdeleri sımsıkı örtülüydü. O camlardan hep ışık girerdi. Sen sevmezdin. Annemi görüp gidecektim. Umudun elini tutup o trene binecektim.
Çünkü annem eşikte dikildi. İçeri buyur etmedi. Gözlerinin rengi griye dönmüştü. O kapıdaki annem değildi. Susadım dedim. Annem arkasını dönünce içeri girdim. Sus dedi, içerde uyuyor, seferden dönmüştün.
Çünkü annem yürüyemiyordu bile. Küçücük kalmıştı. Mutfaktaki bıçağın soğuk çeliği gözlerimi aldı. Can almayı bileceksin demiştin, bunu sen öğretmiştin.
Çünkü annem sever, çoğaltırdı. Sen yok ederdin. Bıçağın yüzeyinde ilk kez korkuyla bakan gözlerini gördüm. Annem kendini banyoya kapattı. Bıçağı, gözümdeki ışıltının söndüğü yaşlar kadar yüreğine sapladım. Koyu bir kan yürüdü beyaz atletinden çarşafa.
Çünkü bütün perdeler kapalıydı. Umut treni çoktan kalkmıştı. Çünkü ipleri kopan balonu kim tutabilirdi?
Gökkuşağı çokluğu duygularını okura aktarabilen, kırmızı balonunun içine okurunu da hapseden, duygudan duyguya geçişlerinde beni de sürükleyen kaleminden öperim