Kendimden ben de memnun değilim.  Şuncacık, el kadar kıza benim gibi soluk yeşil, diz altı, genişçe bir şort giydirilir mi hiç?  Neymiş, artık vücut hatları belli oluyormuş.  Vücut herkeste yok mu ki? Benden önce ne güzel dizlerine dolanmayan, kısacık, çiçekli bir şort giyerken şimdi bana kaldı bu sabi.  

Çiçekli şortu nereden mi biliyorum? Bizimkinin toplasan on kıyafeti çıkar da ondan.  Hepimizin yeri sedirin altındaki leğendir. Çiçekli şort belki tekrar giyilmesine izin verilir diye umudunu yitirmez hiç.  Katlı, katlı durur öyle. Tabii leğen dediysem geniş bir leğen…  Aman, ne diye lafı geveliyorsam.  Söyleyin, bu nasıl ana babalıktır? Başkasının elinde yer bezi olurduk biz.  Çapulcu gibi gezdiriyorlar bizim kızı.  

Şimdi diyeceksiniz, çocuklara kıyafet mi dayanır? Valla bizimkine dayanır.  Üvey anneannesi bizimkini sokağa salmaz ki iki oynasın. Üvey anneannenin konu komşuya bahanesi hazırdır; emanet olduğundan başına bir şey gelir.

Benim rengim nasıl günden güne soluyorsa, bizimkinin de umutları, heyecanı, çocukluğu günbegün soluyor. Bu arada rengim neyse de popomun eprimesini söylemeden edemeyeceğim. Yahu, duvar tepelerinde her gün saatlerce bu hayırsız ana baba beklenir mi?  Güneş tepeden inmeye başlayınca, bizimki,  koşarak avlunun duvarına tırmanıp akşam ezanına kadar oraya tüner.  Aslında kızı hafta içi üvey anneannede bırakır hafta sonu lütfedip alırlar.  İşleri çıkmazsa, Çarşamba günleri de görmeye gelirler.  Ama yok, bizimki her gün bir umut çıkıp oturur yerine. Olan da bana oluyor diyeceğim de diyemem ki.  Bizim sabinin gözü sokağın köşesinde, kulağı araba seslerinde öylece bekler.

Saf işte! Karşıdaki üç katlı evin en üst katında yaşlı bir kadın yaşar.  Kadın baya kiloludur. Akşamları yemekten sonra üvey anneanne ışıkları bir süre söndürür ve bizimkine “Sus, yoksa Ökkeş gelir!” der.  Bizim saf, Ökkeş’i koca bir örümcek sandığından çıtını bile çıkarmadan gözünü duvardan ayırmaz.   Hâlbuki üvey anneannesi karşı evdeki yaşlı kadına Ökkeş ismini takmıştır ve akşam misafirliğe gelmesin diye evde yokmuş numarası yapar.   

Mızmızlanıyor gibi olmak istemem ama yeri gelmişken şu kazan olayından da bahsetmek isterim.  Her Perşembe kazan kurulur ve çamaşırlar yani biz, kaynar sularda fokur fokur kaynatılırız.  El insaf, ben boyalı, adi kumaştan yapılma bir şortum.  Ömrüm desen en fazla iki yıldır.  Nedir yani bu kaynatma merakı.  Kaç tane don arkadaşımın lastiği fırladı, pamuklandı haberiniz var mı?  Bizimki leğenlerdeki sularla oyalanmayı sever.  Az biraz çamaşır çitiler, sıkar ama gözü de yan evin avlusundadır.  Çünkü orada arkadaşı Leyla Abla vardır.  Leyla Abla on yaş büyük olsa da izin alıp görüşebildiği yaşına yakın tek kişidir.  Tabii her zaman izin alamaz.  Bu çamaşır günleri o nedenle çok önemlidir.  Üvey anneanne ile çamaşır sıkıp onun gıybetlerini dinlerse Leyla Abla’ya gitme izni koparabilir.  

Hemen mutlu sona varılıyor diye düşünmeyin tabii.  İkinci engel, öyle laftan sözden anlamaz.  O tam bir canavardır. Bizimki izni kopardığı gibi Leyla Abla’nın evinin dış kapısında soluğu alır ve kapının tahtaları arasından içeriyi gözlemeye başlar.  Bazen yarım saat kapının önünde dikildiği olur.  Etrafın sakin olduğuna ikna olmuşsa, cesaretini toplayıp avluya dalar.  Beş, altı metrelik yeri koşarak geçer ve iç kapıyı dövmeye başlar.  Başında sünmüş ibiği, pörtlek gözlerini bir o yana bir bu yana deviren Paçalı Horoz, hışımla bizimkinin yanına kavuşur ve onu didiklemeye başlar.  Neyse ki Leyla Abla yetişip Paçalı Horoz’a terliği savurarak bizimkini onun elinden alır. Ben bunları kulaklarım asılı bir halde bizimkinin evinin damından seyrederim.  Çamaşır gününün son işkencesi de kulaklarından ipe asılmaktır.  Bir de rüzgâr varsa vay halimize.  Tek kurtuluş yanındaki çarşafın üzerine dolanıp seni sarıp sarmalamasıdır.

Tüm bu paspal halime rağmen bizimki sever beni.   Modayı takip edecek hali vakti olmadığından ayakkabıymış, elbiseymiş bilmez zaten.  Fakat geçen gün üvey anneannesi ile çarşıya gittiklerinde iş biraz değişti.   Dönerken her zamanki gibi şuncacık bizimkinin eline beş kilo bir yük vermişti üvey anneanne.  Tabii bir süre sonra ağırlığa dayanamayıp yere çöktü sabi.  Üvey anneanne “Hafta sonu abinle oynasan yorulman ama,” diye söylense de o da yorulduğundan elindeki poşetleri yere indirip soluklandı.  Tam o sıra önlerinde bir dolmuş durdu ve içinden bir ana kız çıktı. İkisinin de ayağında kırmızı nalinler yani bu dönem moda olan topuklu terlikler vardı.   Bizimki annenin kızını dikkatle dolmuştan indirmesini, kızının üzerini düzeltmesini, yanağından makas almasını büyülenerek izledi.  Yerde oturduğundan üzerim toz toprak olmuştu.  Kendimi çırptırmak için bizimkinin poposunun arasına filan giriyordum ama bana mısın demiyordu.  Neyse ki üvey anneanne “Yürü hadi, daha yemek yapılacak!” komutunu verir vermez bizimki kendine geldi.  

O günden sonra kendimi hep evlerin kapı önlerinde buluyorum.  Bizimki mahalledeki kapıların önlerine gidip nalinleri izliyor.  Bekliyor ki bir gün onun da kırmızı nalinleri olsun. Geçen gün bez bebeğine gördüğü rüyayı anlatıyordu.  Rüyasında annesi çarşıdaki dükkânların birinde kırmızı nalinler görüyor ve etrafını sihirli, pembe bir duman sarıyor.  Duman dağılınca satıcıdan iki çift, biri kendine biri bizimkine kırmızı nalinler alıyor. Annesi elinde nalinler koşarak üvey anneannenin evine geliyor.  Bizimkinin elinden yer silme bezini alıp onu sedire oturtturuyor ve ayağına nalinleri giydiriyor.  Annesi bir bakıyor ki kırmızı nalinler bizimkinin ayağına tam uymuş.  Birden bizimkine sımsıkı sarılıyor.  Sonra kendi nalinlerini de ayağına geçiriyor.  Tabii üvey anneanne olanları kapıda yüzünü buruşturarak izliyor.  Bizimki ve annesi bir daha dönmemek üzere evden uzaklaşıyorlar.

Dünyaya bir daha gelirsem kırmızı bir nalin olmak istiyorum.  Bizimkinin ayacıklarına göre yapılmış, ışıl ışıl parlayan bir nalin…