Bana doğru soluk soluğa koşan adama baktım. Bir meraklı daha dedim içimden. Uzun yıllar bu meslekte olduğumdan artık gülüp geçmeyi öğrenmiştim. Yanıma gelen köylü elindeki üzüm dolu sepeti uzatırken biraz nefeslendi. Şapkasını çıkartıp koluyla alnındaki teri sildi. Nefesi biraz dengelenince yanı başındaki kayaya oturdu.
“Hoş geldin Mühendis Bey. Buranın üzümü iyidir bir tat hele.” Benim tereddüt ettiğimi görünce,
“Ye ye yıkadım da getirdim. Bir şeycik olmaz. Hem de bakalım köprü için gelmediniz değil mi? Öyle bir şeyler söylüyorlardı ya kahvede.”
Ona sevineceğini düşündüğüm haberi bir çırpıda verdim, evet köprü yapılacaktı. Onunsa birden omuzları çöktü, bir süre bakışlarını yerden kaldırmadı. Sonra kocaman bir nefes verip başını iki yana salladı, köprünün neden yapılmaması gerektiğini anlatacağını söyledi. Üzümleri iştahla atıştırırken, alışmış bir edayla sordum:
“E de bakalım dayı, neden yapmayacakmışız?”
“Şu gördüğünüz yerde başlamış her şey beyim, işte şu su kaynağında. Allah rahmet eylesin dedemin dedesi gelip yerleşmiş buraya kimsecikler yokken. O zamanlar, kuş uçmaz kervan geçmez, dağ başıymış buraları. Neden gelmiş diyeceksen, askerden dönünce sığamamış baba evine, kendini dağlara vurmuş. Sonra bu kaynağı bulunca artık suyun tadından mı yoksa dolanmaktan vazgeçtiğinden mi bilinmez bir ev yapmış. Hani şu ilerdeki ağaçların ardında görünen iki katlı betonarme var ya hah tam onun yerinde. Ağaçları kesmiş, taşımış, oymuş, ahşaptan bir kulübe… Eh, o zaman güçlü kuvvetli, yağız bir delikanlıymış. Bana baktığında pek inandırıcı gelmiyor biliyorum ama ben ana tarafına çekmişim, böyle ufak tefek. Dedemin dedesi bastığı yeri titreten, karakaş, kara göz yakışıklı bir adammış.”
Efsaneden söz eder gibi anlatıyordu heyecanla. Belli ki ufak tefek olmasından üzüntü duyuyordu.
“Ee genç adam bir süre sonra evlenecek kız aramaya başlamış. Aşağı köyün en fakir ailesinin kızını görünce almak istemiş onu. Fakir de olsa, dağda, kızcağız bir başına ne yapsın? Bizimki avlanıp kürk satar iyi para kazanırmış, hem karısı buralarda yalnız kalmasın göz kulak olsunlar diye hem de artık acıdığından mı nedir tutmuş karısının ailesini de getirmiş, onlara da bir kulübe yapmış. Köyün kurucusu büyük dedemin olmuş mu sana dokuz çocuğu. Aşağı köyden de gelip yerleşenler olunca suyun iki kenarı zamanla kocaman bir köy haline gelmiş.”
Onu dinlerken üzümleri yemeye devam ediyordum.
“Peki köy nasıl ikiye ayrılmış? Sualtı köyü hangi taraf oluyor, Suüstü köyü hangi taraf?”
“Suüstü biziz bey. İkiye ayrılma hikâyesine gelince; dedemin dedesi, bir gün suyun diğer yakasındaki adamın biriyle kavgaya tutuşmuş. Öyle kıytırıktan değil ciddi bir kavga, bıçaklı filan, ikisi de yaralanmış üstelik. Nedenini kimse hatırlamaz ailede. Neyse, dedem bir daha öte tarafla konuşulmayacak demiş. Bizim ailenin inadı çok meşhurdur beyim. Kime sorarsan sor, inadımız adımızdan önde gider. Ben de öyleyim. Bak şu ayağımdakilere, iki numara küçük. Karım, olmaz onlar sana dedi. İnat ettim, giydim. Ayağımı nasıl sıkıyorlar bir bilsen. Olsun, inadım inat.”
Ayaklarının sırtı neredeyse dışarı fırlayacak gibi şişkin duruyordu.
“Ee, canım sen de arada çıkar bari, kimseler görmez nasılsa. Giyilir mi küçük ayakkabı?”
“Ben bileceğim ya çıkardığımı, olmaz beyim katiyen olmaz.”
“Eh, sen bilirsin. Sonra ne olmuş… Kavgadan sonra”
“Sonra beyim, bizim büyük, büyük dede suyun üzerindeki köprüyü yıkmış. Zaten tahtadan bir köprü. Vurdu mu kazmayı, köprü filan kalmamış. Aslında aşağı köye, oradan da kasabaya giden yol Sualtı’ndan geçiyormuş. Yani senin anlayacağın bizim bu taraf yolsuz kalmış. Dedemin dedesi, toplamış köyün delikanlılarını yanına. Buradan aşağıya bir yol açacağız demiş. Gösterdiği yer, dağın en kayalık, en engebeli arazisi. Bak, şu ilerideki eski toprak yol. Şimdi kullanan kalmadı artık, asfalt geldikten sonra. Neyse, delikanlılar itiraz edecek olmuşlarsa da dedenin inadını bildiklerinden bir süre sonra vazgeçirmeye çalışmaktan vazgeçmişler. Salmışlar keçileri. Onların geçtiği yerlere vurmuşlar kazmayı. Çalış babam çalış. Aylar sonunda yol bitmiş. Bizim köy o günden sonra suyun öte tarafıyla hiç konuşmamış. Hâlâ öyle. İki taraf da birbirini tanır ama ne selam ne sabah. Kız alıp verilmez. Bu su, iki köyün sınırıdır bey. Siz şimdi bu köprüyü yaparsanız olmaz.”
“Ee, hikâyen güzel de bak buradan geçen yol bütün dağı dolanıyor. Bilmem neden şimdiye kadar hep böyle kullanılmış ama artık yapılacak köprüyle yol çok kısalacak. Yani senin anlayacağın köprü şart.” dedim, çalışmaya başlamamız gerekiyordu. Geç bile kalmıştık.
“Yol başka bir yerden geçse beyim. Yoksa bizim tüm dirlik düzenimiz bozulacak.”
“Bu zamanda öyle küslük dargınlık olur mu? Belki sizin akrabalarınız bile vardır orada. Hem büyümek iyidir, güzeldir. Bir süre sonra dargınlık filan kalmaz, unutulur hepsi. Zaten itiraz etseniz de bir işe yaramaz. Karayolları istimlâk etti bile.”
“Beyim isterseniz bizim bütün tarlaları alın ama köyleri birleştirmeyin.”
“Boş yere çeneni yorma dayı. Benim kararım değil ki bu. Ben sadece mühendisliğini yapıyorum bu işin. Birazdan başlıyoruz yapım çalışmalarına. Bak senin dağ başı dediğin yer turistik oldu zaten. Hem böyle daha çok turist gelir. Siz de daha çok kazanırsınız.”
“Ah beyim! Dedemin dedesinin, onun babasının, benim babamın kemikleri sızlayacak. Sonra öbür dünyada benden hesap soracaklar.”
“Bu işi yapmazsam devlette benden hesap soracak. Hadi bakalım kal sağlıcakla.”
“Bak, inat ettik bir kere. Son sözümü deyivereyim sana beyim. Bu köprü olmaz. Suyun iki yakası bir araya gelemez.”
İnatçı adama laf anlatmanın zorluğunu bildiğimden kısa yolu kullanmam gerektiğine karar verdim.
“Biz görevimizi yapalım da siz isterseniz dilekçeyle başvurun istemiyoruz diye.”
“Ha oluyor mu öyle?”
“Oluyor tabii oluyor, siz yazıyorsunuz devlet hak verirse hemen gerekeni yapıyor. Hadi şimdi sen dilekçe vermeye, ben de işimin başına.”
“Vay hiç böyle bilmiyordum. Hemen gidip muhtara söyleyeyim, o bir güzel dilekçe döşesin devlete.”
“Tabii, tabii, siz söyleyin hemen şıp diye olur.”
“Hadi o zaman kalın sağlıcakla.”
Boş sepeti bile almayı unutup yuvarlanırcasına köye koşarken, ben de arkadaşlara aletleri indirmeleri gereken yeri gösterdim.