Yalnızlığımı insanlar kendine dert edinir. Dört yıl önce geldiğim bu apartmanda tanıştığım Nilüfer gibi. “Gel seni bir yere götürecem, bütün dertlerimize şifâ olacak” dedi. Oysa ben ona bugüne kadar hiç dertlenmemiştim. Konuşmayı sevmememden değil de anlatacak pek bir şeyim olmamasındandı sanırım. Kahve sohbetlerimizde dinleyen taraftım. Çok çalışmaktan kan çanağına dönen gözlerimi dinmeyen gözyaşlarıma bağlar benim yerime kederlenirdi. Ne düşündüğünü anlar sessiz kalırdım. İnsan neye inanmak isterse ona inanır. Ne diyebilirdim ki?

Gece boyunca yine hiç susmadı kediler. Onların minik yumak hallerini bilirim. Arka sokakta, dört katlı apartmanın kot farkı nedeniyle önden bodrumda kalan ama aslında bahçeye bakan tarafında, derme çatma sundurmanın altında, kuytu bir köşede hep üç ya da dört kardeş olarak dünyaya gözlerini açardı bunlar. Üç ay öncesine kadar, o sonradan uydurulmuş sundurmalı dairede kulakları zor işiten yaşlıca bir öğretmen emeklisi otururdu. Adamın cep telefonu bodrum katında çekmezdi.  Aksi gibi bir de kulakları zor işitirdi. Sırf bu yüzden eşini dostunu ondan iyi tanır olmuştum. Telefonla yaptığı tüm sohbetini bariton sesinden dinler, düzgün konuşmasından onun bir edebiyat öğretmeni emeklisi olduğunu düşünürdüm. Belki de bir şairdi. O beslerdi mahallenin kedilerini. Yoğurt kaplarını, martıların kapıp gitmesini engellemek için, kenarlarından delip penceresinin demir parmaklarına iplerle bağlamıştı. Her sabah aynı saatte kalkar iki kabı kuru mamayla doldurur, kedileri sever, onlarla uzun uzun konuşurdu. Pavlov’un deneyindeki köpek gibi ben de sabahları o boş plastik kaba düşen mama tanelerinin boşluğa vuran seslerine koşullanmıştım. Güne başlamak için güçlü bir uyarana ihtiyacım varmış meğer. O gittikten sonra kediler ve martılar gibi benim de düzenim şaşmıştı. Ama doğanın düzeni şaşmıyor işte. Yavru kediler büyüyor, ağaçlardan duvarlara geçecek çağa gelince mahallenin farklı yerlerine dağılıyorlar. Ara sıra görüyorum. Erkek olanlar kavgadan yüzleri çizik, kulakları kesik, uykusuz dolaşıyorlar. Onlar gece boyunca bir türlü dinmeyen arzularını, çığlıklarıyla rahatlatmaya çalışırken ben başımı çalıştığım doktora tezinden nihayet kaldırıp yatağımın yolunu tutuyor, ne var ki bir türlü uyuyamıyorum.

“Ben neler çektim bir bilsen” diye başlamıştı. Zamanında kaynanası onu hiç istememiş. Oysa hürmetliymiş. Öyle yetiştirilmiş. İyi eğitim almış.  Hep başarılıymış. Özel bir bankada koskoca “şube müdür yardımcısı” olsa da hem büyüklerine hem de eşine hürmet edermiş. Saçını süpürge etmiş ama ne yaptıysa yine de kocasının yüzünü güldürememiş. E aslında çok güzel kadın doğruya doğru. Balkanlardan göçüp gelenlere özgü bir havası var. Oturuşu kalkışı, konuşmasındaki edası hepsi cilveli. Ben de olmayan şeylerin tümüne sahip. “Büyü yapmış bana.” Yok anasının gözü. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Anlattıkça anlatıyor. Bir kere açılmıştı ya içindeki pandoranın yıllardır kilitli kalan kutusu boşaltmadan rahatlamayacaktı. İşin kötüsü bu sırların ortaya dökülmesi bizi daha da yakın kılıyordu. Kaynanası bir zamanlar oğluyla evlendirmek istediği yeğeniyle bir olup evin kıyısına köşesine; kapı pervazlarına, gardırop arkalarına, perde kornişlerine, koltuk kırlentlerinin içine küçük kağıtlarda mürekkeple kalemle yazılmış anlaşılmayan Arapça harflerle kara büyüler bırakmış. O anlattıkça benim ağzım bir karış açık dinledim. “E, nasıl bildin ki yerlerini?” En son gittiği falcıdan allah razı olsunmuş, adam aynı zamanda medyummuş. Ötelerden çağırdığı ruhlara danışmış, onlar bir bir söylemiş yerlerini. Kapı komşun olsa da sadece dört yıldır tanıdığın bir insanı ne kadar bilirsin ki? Bir yandan delirmiş mi bu kadın diyorum, öte yandan öyle inandırıcı anlatıyor ki soru sormadan duramıyorum: “Yaktın tabi?…” Olmazmış öyle, mürekkebin suyla dağılması gerekirmiş. İşte o gün ilk kez ‘ayazma’ lafını işittim. Zeytinburnu’ndaki Balıklı Kilisesi’nin içindeki ayazmadan su almış, içine koymuş bunları. Arapça harfler suda dağılıp kayboldukça kocası yumuşacık pamuk şekere dönmüş. O günden sonra ilk tanıştıklarında seviştikleri gibi sevişmişler. Adamın gözü ondan başkasını görmez olmuş.

“Ayın birinde gidiyoruz.” dediğinde önce itiraz edecek oldum ama sonra sırf meraktan peşine takılmaya karar verdim. Yine bütün gece çalışıp uykusuz kaldığım için göz altlarımdaki morluklar siyaha dönmüştü. Aslında bu biraz da genetik bir sorun. Oysa birçok arkadaşım var akademisyen. Onlar da tıpkı benim gibi sabahlıyorlar ama hiçbiri böyle mor halkalar taşımıyorlar yüzlerinin orta yerinde. Gerçi çoğu erkek. Ne diyebilirim ki bu konuda da biz kadınlara göre daha şanslılar. Nilüfer’in lafı dönüp dolaştırıp, kendi kafasında kurup sonra da inandığı “yalnızlığımın neden olduğu travmalarıma” getirmesine fırsat vermeden, muhtemelen bir aşk acısı yaşadığıma inanıyordu, kara camlı güneş gözlüklerimi taktım. Yine de kapının önünde buluştuğumuzda acıyan gözlerle bana bakıp “Bak görürsün dertlerin dağılıp gidecek.” demesine engel olamadım. “Yarın çok kalabalık olur” demişti, sırf bu yüzden sabahın köründe yola düşmek zorunda kalmıştık. Arabayla gidelim dedim, olmazmış. Otoparkta yer bulmak ayın birinde imkansızmış. Beşiktaş’tan 28T’ye bindik. Yeni yılın ilk günü ya kalabalık yok Allahtan. Dışarda buz gibi bir hava. Unkapanı durağında indik. Vefa’dan Cibali Lisesi tabelasını takip edip hiçbir yere sapmadan dümdüz aşağıya indik, sağ tarafımızda pembe duvarlı bir kilise duruyordu. Yürüdükçe ısınmıştım. Üstelik buralara gelmeyeli o kadar zaman olmuştu ki. En son üniversite yıllarımda geldiğimi hatırladım. Güzel günlerdi. Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye” si canlandı hafızamda. Şişli’den gecenin bir yarısı taksiye binip Vefa’da inen adamın garip hikâyesi. Öyküyü bulup çıkarmalı, okumalı ve buralara başka bir zaman tekrar gelmeli diye düşündüm. Dalıp gittiğimi görünce kolumdan çekiştirdi: “Bak geç bile kalmışız.” Öyleydi gerçekten. Babaannemin anlattığı tüp kuyruğu gibi insanlar tek sıra halinde yol boyunca sıraya dizilmişlerdi. Çoğu kadın olan kalabalığın içinde tek tük erkekleri de görüyordum. Birkaç seyyar satıcı şimdiden yerlerini almıştı. Çeşit çeşit anahtarların üzerinde “Kısmet bulma, kısmet açma, gideni döndürme, ayrılanları barıştırma” yazıyordu. Demek burası gönül işlerinde uzmandı. Nilüfer ısrar etti ama ben anahtar almadım. Nihayet kiliseden içeri girdiğimizde duvarlara sinmiş bin yılın rutubeti benimleydi. Ayazmaya ulaşmak için aşağıya indik. Her şey zamanın gereklerine uydurulmuştu. Kapital’in gücü işte. Sular şişelenmişti ama isteyen musluklardan akan suyla yüzünü yıkıyor, gözyaşlarını siliyordu. Paketlenmiş sulardan üç şişe aldı Nilüfer. Birini bana verdi. Buraya kadar gelmişim almasam olmazmış. Tur rehberiydi sanki kilisenin her yerini ezberlemiş, ayazmadan doldurulan suyun nasıl kullanılacağına dair reçete bile verdi: “Üç sabah aç karnına iç. Üç gece uyumadan önce yatağına serp ki…”

Kiliseden çıkınca öyle hafiflemiş görünüyordu ki Nilüfer gözleri küçük bir çocuğunki gibi ışıl ışıl parlıyordu. Onun adına sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. O gün okulda dersim yoktu. Taksiye bindirdim gönderdim. Kutsal sudan payıma düşen sırt çantamda, soğuğa aldırmadan İstanbul’un bin yıllık sokaklarında flanözlük yaptım. Nihayet evime geldiğimde yorgundum. Garip ama tatlı bir huzur beni de ele geçirmişti. Binanın önünde kediler için koyduğum su kabına kutsal suyu boşalttım. E ne de olsa asıl aşk acısı çekenler onlardı. Belki bu gece beni rahat bırakırlardı.