Hasibe ninenin merkez üssü oturma odasındaki üçlü kanepeydi.  Eve gelen herkes ilk iş, Hasibe ninenin yanına uğrardı.  Önemli kararlar ona danışılır, iyi haberlere onunla gülünür, kötü haberlerde onunla dertleşilirdi.

Yeni taşındığımız apartmanda arkadaş olduğum Gülten’in anneannesiydi Hasibe nine. Gültenlere ilk gidişimde hemen oturma odasına almışlardı beni.  Hasibe nineyi görünce yüreğim sıkışmaya başlamıştı. Büyüdüğüm yerde yaşlılar hep söylenen, aksi insanlardı.  Bu nedenle pek yaklaşmazdım yaşlı insanlara.  Hasibe nine yarı oturur bir şekilde bana doğru eğilmiş,

“Annen nasıl yavrum?” diye söze girmişti.

“İyi. Evde yemek yapıyor.  Şey, ben Gülten ile oturmaya geldim.”

“Gülten, kızım, bak orada lokum var.  Ver de yesin uşağım.”

Bu yakınlık karşısında o kadar utanmıştım ki, lokum boğazımdan birkaç yutkunmada anca geçmişti.  Ardından hemen tuvalete diye kaçmıştım.  

Sonraki gidişimde biraz daha rahattım.  Hasibe nine beni ayakucuna oturttu.

“Nasılsın yavrum?”

“İyiyim Hasibe nine.”

“Buban ne diye bağrınıp duruyordu o gün?”

“Dayımlara gidecektik yine araba bozuldu.  Annem söylenince babam da sinirlendi.”

“Bak hele, almış hurdayı hem suçlu hem güçlü.  O bağırınca sen yanıma gel, olur mu?”

Aslında tüm apartman duyar, tüm akrabalar bilirdi babamın bağırmalarını ama o güne kadar bir tek Hasibe nine beni kendince korumaya çalışmıştı.

Hasibe nine, köyün güzel kızlardanmış.  Boylu poslu, kumral saça beyaz tenli bir hatunmuş.  Evi hep o çekip çevirdiğinden onu erkenden evlendirmek istememişler.  Fakat yaşı geçmeye başlayınca babası etrafın baskısına dayanamamış ve bir çerçiye vermiş Hasibe nineyi.  O zamanlar çerçiler, at arabasıyla köy köy gezerler, kadınların el işi, göz nuru yaptıklarını alıp karşılığında türlü türlü eşyalar satarlarmış.  Her şeye kendisi karar veren Hasibe nine, babasının bu kararına ağzını açıp da tek kelime etmemiş.  

Hasibe ninenin kocası işinden dolayı evde pek bulunmazmış fakat yıllar geçtikçe eve uğrama sıklığı iyice azalmış. Bir gün ahiretlik arkadaşı Saniye, kocasının Neriman’ın evinde gecelediğini ve hala orada olduğunu söylemiş.  Hasibe nine hiç tepki vermemiş. Sakince keçileri otlatmayı bitirmiş ve ardından Neriman’ın evinin yolunu tutmuş.  Kapıyı yumruklayıp “Azgın teke, çık dışarı,” diye bağırmış.  Kocasının yan pencereden sokağa atladığını görünce evin arkasını dolanıp at arabasının lastiğini keçinin boynuzlarıyla delmiş.

Yine bir gün çamaşır yıkarken Çoban Mehmet, avlu duvarından “Seninki Hatice’nin yanındaydı.  Haberin ola bacım,” demiş.  Hasibe nine çamaşırını yıkamayı bitirmiş fakat çamaşırları astıktan sonra damdan inmemiş.  Kocası tam evin kapısından girerken Hasibe nine, çocukların bezini yıkadığı suyu, “Çok gezen tavuk ayağında bok getirir,” diye bağırarak kocasının başından aşağı dökmüş. 

Bir gün de eşekle su taşırken Bakkal Osman önüne durup “Hasibe Kadın, herifin Ziya’nın kızına musallat olmuş.  Demedi deme,” deyip yolundan çekilmiş.  Hasibe nine su bidonlarını eve bıraktıktan sonra eşeğine binip kahveye inmiş.  Kocası bir şey olduğunu anlayıp telaşla yanına gelince, “Seni eşekler kovalayısıca,” diyerek onu köyün çıkışına kadar koşturmuş.

Hasibe ninenin bu ince zekası bizleri de kırıp geçirirdi. Büyük torunu olan Hasan abinin kız isteme günü unutamayacağım bir gündür.  Hepimiz hazırlıklara yardım etme bahanesiyle Gültenlere gitmiştik.  Hasibe nine kız istemeye gidemeyeceği için hazırlıklar bitince oturma odasında toplanılmıştı.  Hepimiz Hasibe ninenin torununa hayır duasını bekliyorduk.  Hasibe nine, Hasan abiyi yamacına oturttu,

“Hasan’ım, yavrum.”

“Söyle ana.”

“Yavrum, orada aklıyın (aklının) dibini gösterme, olur mu?”

Hasibe nine bu lafı der demez gülmekten kimimiz oturduğu yerden düştü, kimimiz göz yaşlarına boğuldu.  Torununu çok seviyordu ama Hasan abinin biraz eksik akıllı olduğunu da kabul ediyordu Hasibe nine.

Yine bir gün oturma odasına kelli felli adamlar girdi.  Yüksek sesle konuşmalarından ürkmüştüm ama zaman geçtikçe onların normal konuşmalarının böyle olduğunu anladım.  Köyden Hasibe nine için gelen bu insanlar Hasibe nineden bir şey istiyorlar fakat onu bir türlü razı edemiyorlardı.  İçlerinden genç olan, Hasibe ninenin ayaklarına kapanıp,

“Anacım, nolur he de.  Bak elim ayağım yara içinde.  Sen iyileştirecek olmasan hızır bana rüyamda neden seni söylesin?”

“Oğlum, aklıyı peynir ekmekle mi yedin?  Ben hoca mıyım ki eline dua yazayım da yaranı iyileştireyim?”

“Anam, güzel anam, gördüm diyom.  Bak yaradan elim tutmaz oldu.  Kulun, kurbanın olam, yazıver duayı.”

Hasibe nine daha fazla dayanamadı “Tamam ulan,” deyip yavaşça yerinden kalktı ve odadan çıktı.  Döndüğünde elinde bir kalem vardı.  Yaralı elin üzerine yazmaya başladı.  Yazma işi bitince gelenler Hasibe ninenin eline ayağına yapışıp türlü şükürler ettiler.  Onların gitmesiyle ev nihayet eski sessizliğine büründü.  Gülten’in annesi Hasibe nineye yaklaşıp,

“Ana, ne ettin sen? Başımıza bir iş gelecek.”

“Gördün işte, napam, umut fukaraları işte.”

“Hangi duayı yazıverdin ki öyle?”

“Kız benim Arapça’m mı var?”

“E, sen ne yazdın adamın eline?”

“Ne yazam, eciş bücüş ‘Eşşekoğlu eşek’ yazdım.  Öf, bir de onunla mı uğraşayım!”

Bunun üzerine önce bir sessizlik oldu, ardından kahkahaları patlattık.  Bir süre sonra Hasibe nineye köyden yağlar, ballar akmaya başlamış.  Meğer adamın elleri o yazıyla tertemiz olmuş.

Yaz tatili için üniversiteden eve geldiğim gün hemen yanına koştum Hasibe ninenin.  Çok zayıflamış, çökmüştü.  Meğer hastaymış da uzaktayım diye bana söylememişler.  Yarı uykulu bir halde hatırımı sordu, saçlarımı okşadı.  Eve inip süt ve bisküvi hazırladım belki biraz yer diye.  Hasibe nine mahcup bir şekilde “Yavrum ne diye yoruldun? Sen yemek yedin mi? Yemediysen hazırlasın bizimkiler,” dedi.   

Eve dönmemden on beş dakika sonra Hasibe nine fenalaşmış. Ambulansla hastaneye yetiştirilirken de daha fazla dayanamamış.  Haberi aldım, telefonu kapattım ve yere çöküp uzun uzun ağladım.

Bir sonraki okul tatilimde Gülten’le hazırlıklarımızı tamamlayıp köyün yolunu tuttuk.  Mezarlıkta ilerlerken Gülten bana mezarların kimlere ait olduğundan bahsetti.  İlk mezar Selahattin amcaya aitmiş.  Ayakucundaki sunağın mor renkte olması da onun şarap sevmesindenmiş.  Gültenlerin köyünde ölen kişi yaşarken ne seviyorsa mezarına o götürülürmüş.  Biraz ileride Hüseyin amca yatıyormuş.  Onun da baş ucunda iskambil kağıdı vardı.  Nazire teyzeninkinde tütün, Rıfat abininkinde de tespih vardı.

Hasibe ninenin mezarına geldiğimizde hemen ayakucuna kurulduk.  Ben üniversiteden, derslerimden bahsettim.  Gülten de yeni talibini nasıl geri püskürttüğünü anlattı.  Ardından çantamızdan küçük tüplü ocağı, fincanları ve cezveyi çıkartıp mis gibi kokan bir türk kahvesi yaptık.  Hasibe nine kahveyi köpüklü sevdiğinden soğuk su bile getirmiştik.  Hasibe ninenin fincanını baş ucuna koyduk ve türk kahvesine yaraşır bir sohbete giriştik.  Kahvelerimiz bitince Hasibe ninenin kahvesini toprağa döküp fincanını ters çevirdik.  O kendi fincanını torunları için kapatırdı hep bizde öyle yaptık.  Fallarda Gülten’in zurnacıya varacağı, benim kel bir profesör bulacağım çıkınca Gültenle biraz arbede yaşasak da sonunu gülüşmelerle bitirdik.  Ve tasımızı tarağımızı toplayıp Hasibe ninemizin mermer taşına bir öpücük kondurduk.

O günden sonra her kahve yapışımda bir fincan da ona yaptım. Çünkü kahve demek Hasibe nine demekti, sevgi demekti.