Bembeyaz, uzun koridorlarda ilerliyorum dumanlı bir umuda doğru.
Kemoterapi odası bir alt kattaymış danışmada yüzüne gülümseme yapışmış,
bakımlı, güzel kızın söylediğine göre. Neden hep böyle güzel olur ki
danışmadaki kızlar?! Ve daima güler yüzlü… Hastayı rahatlatmak içinse ben
rahatlamıyorum. Nefret ediyorum bu sahte ilgiden, gülümsemeden, güzellikten.
Omuzlarından tutup silkeleyesim var. Hey sen, duyuyor musun? Ölüyorum
ben!
Hastane duvarlarının pürüzsüz beyazlığından oldum olası rahatsız olurum. Bu
koridorları doldurmuş insanların kararmış yüreklerine tezat bir iyimserlik akar
bu duvarlardan. Yeni bir sayfa, bembeyaz, lekesiz, pürüzsüz yeni bir başlangıç
demek ister gibi… Yalan! Kaç cenaze çıkmıştır buradan? Kaç hayat ameliyat
kapılarında perişan olmuştur? Kaç kişi yapayalnızlık nedir, anlamıştır
buralarda?
Ya korku? Korkunun rengi nerede saklı? Sahi, korku ne renk acaba? Ne renk
yakışır korkuya? Siyah mı? Bence siyah olmamalı. Siyah örtücü bir renk. Bağır
bağır olmalı korkunun rengi… Kırmızı mesela. Korkmaktan, korktuğunu
söylemekten utanmamalı insan. Korkuyorum ben, hey sen, oradaki duyuyor
musun beni?! Korkuyorum ölmekten… Henüz yaşamamışken… Bu kadar
mıydı bana biçilen ömür?! Oyunbozanlık ettin Tanrım, bana söylemeliydin
baştan. Hep anlamsız bir telaşın içinde geçip gitmezdi vakit, akmazdı zaman.
Ama bilemiyor insan… Hayat hep sürprizlerle dolu, öyle değil mi?! Kötü bir
şaka olmalı…
Geri geri giden adımlarla varıyorum kemoterapi odasına. Sıkıntılı ve ter
içindeyim. Aynı sahtelik ve güler yüzle beklememi söylüyor güzel bir hemşire.
Sinir bozucu. Teşekkür bile etmeden bekleme odasına yöneliyorum. Neden
teşekkür edeceğim ki?! Mesai çıkışında buluşacağı, akşam vücudunu cömertçe
açıp saçacağı, sevişeceği bir sevgilisi de vardır muhtemelen. Birkaç seans sonra
dökülecek saçlarım ve alınmış göğsümle bir daha sevişebilecek miyim?! Daha
otuz iki yaşındayım. Hayata veda etmek için çok erken.
Sıram geliyor. Yan yana dizilmiş koltuklarda, kollarında damarlarına yavaş
yavaş zerk edilen ilaçları bağlı, oturan birkaç hastanın daha olduğu bir odaya
alıyor beni hemşire. Bandanalı başı ve solmuş yüzünden çok net belli olmasa da
yirmili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir genç kızın yanına oturuyorum.
Beni görünce gülümsüyor ve başıyla merhaba deyip elindeki kitaba geri
dönüyor. Bu gülümseme daha gerçek, daha sıcak… Korkumu kucaklıyor.
Hemşire koluma ilacı bağlarken, odadaki diğer hastalara bakıyorum. Diğer iki
hasta altmış yaş üzeri ve erkek. Üzüldüğümü söyleyemem. Bu kadar yıl
yaşamış insanların, aygın baygın, mutsuz bir ifadeyle, sessiz, konuşmadan
vakitlerinin dolmasını beklemelerine öfkeleniyorum. Bak şu yanımdaki kıza, ne
kadar genç… Hayatın iyisinden, kötüsünden ne kadar almış olabilir ki! Ben ne
kadar aldım ki! Bu adamların doyasıya seviştikleri bir karıları, saf sevgiyi
tattıkları çocukları vardır muhtemelen. Başarıyla emekli oldukları bir işleri de.
Kariyer yapacağım diye sürekli ertelediğim aile kurma isteğim yüreğime
dolanıyor şimdi. Çocuğum olmadan ölmemeliydim ben… Hele şu kız, doğru
dürüst bir sevgilisi bile olmamıştır. Ne kadar adilsin Tanrım!
Doktorum birkaç seans kemoterapinin göğsümden kalmış olma ihtimali olan
kanser hücrelerini öldüreceğini ve böylece yayılmayı engelleyeceğini söyledi.
Duygusuzca elime tutuşturduğu broşürde kemoterapinin yan etkilerini özellikle
okumamı ve psikolojik olarak kendimi hazırlamamı istedi. Psikolojik olarak
kendini hazırlamak! Ne kadar garip geliyor kulağa. İnsan ölümüne adım adım
yaklaşırken psikolojik olarak hazır olabilir mi?! Listeyi okuyunca daha da
dehşete kapılıyorum. Öyle uzun bir liste ki! Yok, yok listede. En sonuna
yazılmış “Sıralanan yan etkiler bütün hastalarda görülmeyeceğinden yan etki
listesinin uzun olmasından ötürü endişeye kapılmanıza gerek yoktur” cümlesi
ise hiç rahatlatmıyor beni.
Tanrı’nın işine bak. Sağlıklıyken bile hayat sürekli bir mücadele. Daha
bebekken başlıyor. Derdini anlatabilmek için ha bire bir gayret. Ağla ağla dur.
Sonra ailede, okulda, işte, kariyer yaparken kendini ispatlayacaksın diye daimi
bir mücadele… Biri bitse diğeri başlıyor. Bir de üstüne bu! İyileşebilmek için
çok zorlu bir mücadele vermek gerekiyor. Bütün organların iflas edecek, yeni
baştan hepsini tekrar var edeceksin. Sabredeceksin, pes etmeyeceksin,
inanacaksın ki sonuca ulaşabilesin. Yoruldum… Hani çocukken annenin
dediğine hı hı diyerek baş eğersin ya içinde isyan bayrakları eserek, öyle baş
eğesim var bu hastalığa.
Oysa ki, bundan daha üç ay öncesine kadar ne kadar hayat doluydum.
Hayallerim vardı, umutlarım vardı. Senelerdir çabaladığım işimde terfi almış,
müdür olmuştum. Evime o hep istediğim kanepeyi almış, küçücük balkonumu
çiçeklerle bezemiş, evim tam istediğim sıcaklığa kavuşmuştu. O yeni gittiğim
müşteri ne kadar yakışıklıydı, nasıl derin bakıyordu. Kalbim uzun zamandan
sonra ilk defa farklı çarpmıştı. Onunla yapacağımız toplantı günlerinde daha
özenli giyiniyor, an be an genişleyen gülümsemesi sayesinde kendimi daha
güzel, daha seksi hissediyordum. Öğle saatlerine denk gelen bir toplantı sonrası
ofis dışında yemeğe gitmiştik. Hiç işten konuşmamış, oradan – buradan sohbet
etmiştik. Küçük küçük mesajlaşmalarımız başlamıştı. Hatta sözleşmiştik,
gideceği iş seyahati dönüşünde bir akşam yemeğinde buluşacaktık…
Mutluydum. Sevdiğim bir evim, başarılı olduğum bir işim, çok hoşlandığım,
daha da güzeli benden hoşlanan bir erkek vardı hayatımda. Her şey yolunda
giderse belki evlenir, çocuk sahibi bile olabilirdim bu güzel adamdan. Daha ne
isteyebilirdi ki insan… O seyahatteyken senelik kontrol için gittiğim doktor,
avuçlarında bir kâğıt parçasını buruştururcasına hayallerimi buruşturup çöp
sepetine attı, yüzüme çarpar gibi.
En son ne zaman mamografi yaptırdığımı sormuştu doktor. Mamografi?
Yaptırmamıştım ki. Otuzlu yaşlarda kimin aklına gelir mamografi yaptırmak?!
Hemen yapılan mamografide görülüyordu hayatımın celladı. Acilen biyopsi
demişti doktor. Ertesi sabah yapılan biyopsinin sonuçları çıkıncaya kadar
çoktan ölüp bitmiştim ben. Gene de, küçük de olsa bir ümidi oluyor insanın;
selim çıkar belki tümör diye. Çıkmamıştı. “Memenizi alacağız, birkaç seans da
kemoterapi yaparız üstüne, üstesinden geliriz, endişe etmeyin. Yeter ki
sıçramamış olsun.” Ne kadar rahat ve duygusuz söylemişti! Hey doktor, sen
biliyor musun o memenin bir kadın için ne demek olduğunu?! diye bağırmak
istemiş ama bağıramamıştım. Sanki sesim yoktu, ben yoktum. Hoş
söyleyebilsem bile anlamazdı ki! Erkekti sonuçta. Zaman ve mekân kavramımı
yitirmiş, bana gaipten gelen bir sesin uygun olup olmadığını sorduğu ameliyat
tarihini sadece başımla onaylamıştım. Ondan gelen, seyahatten döndüğünü, ne
zaman akşam yemeği için uygun olduğumu soran mesajlara ise hiç cevap
vermedim. Tek göğüslü bir kadını hangi erkek ister! Eminim iş yerinden
öğrenmişti başıma gelenleri ama hiç aramadı. Aramayacağını bile bile gene de
beklemiştim. Ön yargılarımı yıkacak, inancımı tazeleyecek bir umutla… Ama
şaşırtmadı beni, şaşırtamadı. Hayaller kırılmak için değil midir zaten?!
Koluma bağlı ilacın damla damla akışını seyrederken, beynimden geçen bu
düşüncelere gözümden akan yaşların eşlik ettiğini fark etmiyorum bile. Bir elin
elimi sıkışıyla kendime geliyorum. Yanımdaki genç kız “Pes etme, daha
yaşayacak çok zamanımız var” diyor en sıcak gülümsemesiyle. Utanıyorum
galiba… Var mı sahiden!