Mehmet Usta, dalına tüneyen baykuş gibi oturdu pencerenin önündeki koltuğuna. Birbiri ardı sıra geçen hep aynı kahverengi tren vagonlarına benzeyen bir gün daha bitmek üzereydi. Yıllar öncesine dalıp gitti.
Şairin, “gonca gülünü bırakıp gittiği yedi tepeli şehre” bir akşam üstü gelmişti Karagöl ailesi. Fikirtepedeki akrabalarının yanındaki iki göz gecekonduya başlarını sokmuşlardı. Taşı toprağı altın olan İstanbul’da kısmetlerine düşen altınları kazanarak, yeni bir hayat kurmak istiyorlardı.
Akrabalar, komşular elbirliği ile temizleyip yerleştirmişti yeni gelenleri. Aysel karnı burnunda, eli belinde dolanıp durmuştu evin içinde. Üç yaşındaki oğlu divanda uyuyakalmıştı. “Sen yanımda olduktan sonra İstanbul’a kafa tutarım, bal gözlüm” diyerek Aysel ‘i rahatlatmaya çalışmıştı o gece.
Aydınlatma lambaları ve mağaza vitrinlerinin ışığında caddeyi izlemeye devam etti Mehmet Usta. Cadde kalabalıklaşmıştı. Otobüs durağının yanındaki markette anlam veremediği bir hareketlilik vardı. Kapı çaldı, cebinde bozuk para ararken kapıyı açtı. Gelen sucuydu. “İstersen bir tane daha bırakayım amca, korona virüs yayılacakmış” diyerek omzundan damacanayı indirdi. “Sağ ol evladım, bu bana yeter” diyerek parayı uzattı. Kapıyı kapatıp damacanayı mutfağa sürükledi. Eski susuz günleri hatırladı.
Gecekondu mahallesinde su yoktu. Haftada iki defa gelen belediye tankerinden su almak kolay değildi. Sokaktaki boş arsaya yanaşan tankere kadınlar ve çocuklar ellerinde bidonlarla çekirge sürüsü gibi üşüşürlerdi. Her tanker gelişinde kavga çıkar, tenekeler ve bidonlar havada uçuşurdu. Komşuların yardımı ile iki bidon su alabilen Aysel, çamaşır ve bulaşıklarını ancak yıkayabilirdi.
Mehmet komşularıyla ortak kullandıkları dört tekerlekli su arabasıyla Merdivenköy’deki çeşmeye içme suyu almaya giderdi bazen. Küçük bahçeli evlerin arasından ilerlerken hanımeli ve leylakların kokusunu içine çekip, kuş seslerini dinlerdi. “Aysel’in canı ister” diyerek bahçe duvarlarından sarkan dallardan erik ve incir koparıp, koynuna doldururdu.
Mehmet Usta koltuğundan kalktı. Pijamalarını giyip, yatağına uzandı. Tavanda bir şeyler aradı gözleri. Görebildiği sadece kapkara bir yalnızlıktı.
Her sabah olduğu gibi erkenden uyandı, evin içinde dolaşarak havanın iyice aydınlanmasını bekledi. Üstünü sıkıca giyip çıktı. Yürürken geçtiği yollarda yine anılara daldı.
Pazar günleri Gözcübaba’ya pikniğe giderlerdi. Göğe doğru mızrak gibi yükselen servilerin altında, yemyeşil çayırlara örtülerini sererlerdi. Sefer taslarından çıkardıkları dolmaları, börekleri büyük bir iştahla yerlerdi.
Şimdi serviler kesilip yerine gökdelenler yapılmıştı. Mehmet Usta da emekli olunca müteahhit ile anlaşmış, kendi evlerinin yerine yirmi katlı yüksek bir bina dikilmişti.
Yollara ve kaldırımlara park eden arabalar yüzünden sabah yürüyüşünü zor bitirdi. Artık sokaklarda yürünmüyordu. Kuş sesleri duyulmaz olmuştu. Asansöre binip eve geldi. Mutfağa girdi. Fırından aldığı sıcak ekmeği tezgâhın üstüne koydu, ocaktaki çaydanlığın altını yaktı. Aysel’in izleri her yerdeydi. Tabakta, kaşıkta, perdede, saksıdaki çiçeklerde, duvardaki boyada…
Aysel’i kaybedeli bir yıl olmuştu. “Nefes darlığı, kalp yetmezliği” demişti doktorlar. Mehmet Usta ne oğlunun ne kızının yanında yaşamayı kabul etmiş, anılarım bana yeter diyerek on ikinci kattaki dairesinde kalmıştı. Bektaş her cuma akşamı gelip ihtiyaçlarını karşılıyor, Zeynep her gün arıyor “bize gidelim” teklifinde ısrar ediyordu. Mehmet Ustanın cevabı hep aynıydı: “Sizi rahatsız etmeyim kızım, ben iyiyim.” Pazar günleri ailecek bir araya gelseler de torunlarının neşeli gülücükleri duvarlara sinen yalnızlığını söküp atamaya yetmiyordu.
Salona geçip televizyonda haberleri açtı. Çin’de yayılan tehlikeli bir virüs can almaya başlamıştı. Kapı zili çaldı. Gelen Serpil’di. Haftada bir temizlik yapar, etrafı siler süpürür, bu arada bütün televizyon kanallarındaki haberleri en ince ayrıntısına kadar sayıp dökerdi.
“Mehmet amca virüs geliyormuş, en çok yaşlıları etkileyecekmiş” diyerek girdi içeri.” Marketlerde temizlik malzemesi ve kuru gıda kalmamış” dedi. “Kızım hiçbir virüs yalnızlıktan öldürücü değildir, her şeyin çaresi var” diye cevap verdi Mehmet Usta.
Telefon çaldı. Zeynep arıyordu. Sesi evde yankılandı: “Baba okullar tatil olacakmış yarın gelip seni alacağım, çocuklarla bizde kalırsın.” “Ben iyiyim kızım, sen çocuklarla ilgilen” Zeynep sesini yükseltti. “Bırak şu inadı, sakın dışarı çıkma!” diye uyardı.
Mehmet Usta pencereden dışarı baktı. Yüksek binaların arasından yarım yamalak Çamlıca Tepesi görünüyordu. Bir zamanlar yemyeşil ağaçların yerinde şimdi baz istasyonlarının sevimsiz direkleri yükseliyordu.
Serpil işini bitirince ikisine birer kahve yaptı. “Mehmet amca evi tertemiz ettim. Virüs mirüs giremez artık” dedi gülerek. Kahvelerini içtikten sonra fincanları yıkayıp gitti.
Akşama doğru yağmur başlamıştı. Bu sene doğru dürüst kar bile yağmamıştı. “Hiç değilse yağmur yağsa” diye geçirdi içinden. Pencerenin yanına geldi ellerini cebine soktu, eskilere daldı.
İstanbul’a güz habercisi yağmurun yağdığı bir gece, Aysel “Kalk hastaneye gidelim” diye uyandırmıştı Mehmet’i. İnceden yağan yağmurun altında, evden taksi durağına kadar güç bela yürümüşlerdi, Zeynep Kâmil hastanesinde doğduğu için kızlarının adını Zeynep koymuşlardı.
Yağmur suları gibi akıp geçmişti yıllar. Mehmet fabrikada usta olmuş, oturdukları gecekonduyu satın almışlar, çocuklar burada büyüyüp okumuşlardı. Bektaş inşaat mühendisi, Zeynep bankada yönetici olmuştu.
Ertesi sabah yürüyüşe çıkmadı. Hava biraz soğumuştu. Mutfağa gitti, dünden kalan yarım ekmeği çıkardı. Yanına zeytin, peynir ve helva koydu. Bir bardak çay içip iki lokma atıştırdıktan sonra, televizyonu açtı. Okullar tatil edilmiş, uzmanlar alınacak tedbirleri konuşuyor, her kanalda uyarılar yapılıyordu. Virüs Avrupa’ya girmiş, Türkiye’de ilk vaka görülmüştü.
Kahvaltıdan sonra yavaş yavaş valizini toparladı. Bolca ıslak mendil ve kolonya koydu. Paltosunu giydi, kapıyı kilitledi. Terminalin yolunu tuttu. İstanbul’da her yer beton olmuştu, basacak toprak kalmadığı için memlekete doğduğu topraklara gidiyordu. Yazları gelirim diye baba evinin yerine iki katlı ev yaptırmışlar ancak son üç yıldır kapısını bile açmamışlardı. Bahçe kapısından içeri girdi, erikler ve bademler çiçek açmıştı. Telefonu durmadan çalıyordu. Merdivenlerden çıkıp evin kapısını açtı. Sessizlik ve yalnızlık çökmüştü her yere. Aşağıdaki odunluktan bir kucak odun getirdi, sobaya yerleştirdi, eski gazete parçaları ile tutuşturdu. Soba hafiften tüttü, odaya pelit kokusu yayıldı. Biraz sonra odunların çıtırtısını ve alevlerin sıcaklığını hissetti. Divana uzandı. Gece doğru dürüst uyuyamamıştı, gözlerini kapattı.
Dışardan araba ve çocuk sesleri geliyordu, şaşkın ve yarı uykulu doğruldu Mehmet Usta. Sesler sanki tanıdık geliyordu. “Baba!” diye seslendi Bektaş. Kapıyı açtı, gözlerine inanamadı. Oğlu, kızı, damadı, gelini, torunları herkes gelmişti. Zeynep elini beline koyup. “Seni yalnız bırakacağımızı mı sandın, huysuz ihtiyar” dedi gülerek Mehmet Usta’nın kirpiklerinden iki damla yaş süzüldü tombul yanaklarına ve oradan iki serçe havalandı gökyüzüne doğru.
Televizyonlarda “Wuhan kentinde aylar sonra kuş sesleri duyuldu” alt yazısı geçiyordu.
Bu zor yalnız sıkıcı günlere ilaaç olacak bir yazı olmuş.Elinize yüreğinize kaleminize sağlık