Cemil biliyorum, beni çok sevdiğini. Fakat ben seni daha çok seviyorum. Kırk yıl önceki İstanbul turnesinde çok kibar bir beyefendi olarak kulise gelmen, elindeki bir buket çiçeği taktim etmen, elimi nazikçe öpmen, gözlerimin içine beni daha iyi görmek, tanımak ve anlamak için derin derin bakman, geri çekilip muhteşem konser için teşekkür etmen, halbuki o akşam detoneydim, demek farkına varmadın ve işte şimdi buradayız. Yıllar ne çabuk geçti. Aileni üzmek pahasına çok geçmeden benim yanıma, Atina’ya geldin. Ben de sana kapıldım, ben de ailemi üzdüm. Bir Müslümana kız vermek istemediler. Ancak zamanla, seni tanıdıktan sonra, annem gizlice bir ara bana oğlumuzu hoş tut Katina demişti. Aman anne demiştim, o beni hoş tutsun. Doğrusu sen de bana prenses gibi davrandın. Bir dediğimi iki etmedin. Senden memnunum. Hani derler ya sizin tarafta Allah razı olsun, aynen öyle. Artık yaşlandık, torun torba sahibi olduk. İkimizde şehrimizi özledik, İstanbul’umuzu. Belki bu son gelişimiz olacak. İçimizde o hevesi bir daha hissedebilir miyiz? Bundan kuşkuluyum. Artık rahat yürüyemiyoruz, birkaç adım atsak dinlenmek gerekiyor. Neredeyse her yere araba ile gidiyoruz. Yıprandık. Biliyorum, gönlümüz hala genç diyorsun. Fakat kafa kağıdımız eskidi, görmezden geliyorsun. Yine de haydi senin dediğin olsun. Bir gayret, İstanbul’un verdiği coşku ile kızımız üç günlük bir İstanbul seyahati ayarladı. Belki bu son görüşümüz olacak İstanbul’u. Hatırlarsın en son on yıl önce gelmiştik. O zaman sen hiç mutlu olmamıştın gördüklerinden. Değişti, demiştin. Eski, çocukluğumun İstanbul’u bu değil demiştin. O artık kayboluyor demiştin. Fakat benim için her zaman bir kraliçedir bu şehir. Kabul ediyorum eski günler geri gelmez. Artık o bozulmamış, beton yığınına dönmemiş İstanbul’u arama. Dünya değişiyor, insanlar değişiyor. Biz değişmedik değil mi Cemil? Ben İstanbul’da kalan ne varsa yıllar önceki gözlerimle, duygularımla, özlemimle bakıyorum. Zihnimdeki eski günleri geri getiriyorum. Hayallerimdeki eski İstanbul’u yaşıyorum ve mutlu oluyorum.
Cemilciğim, hayatım. Ben Atina’da bir program yaptım. Bu defa İstanbul’u o program çerçevesinde gezeceğiz. İlk gün, yani o gece otelde dinlendikten sonra ertesi gün, bacaklarımız bize ihanet etmezse Taksim meydanından Tünel’e kadar yürüyeceğiz. Yorulursak tramvaya bineriz, eski günlerdeki gibi. Pera’yı, Galata’yı gezeriz. Dar sokaklarda dolaşıp eski sesleri dinleyeceğiz birlikte. O sesler bize yabancı değil. İp atlayan, top oynayan, koşan çocukların sesleri. Balkonda çamaşır asarken dedikodu yapan kadınlar. Belki çıngırak çalarak geçen bir yoğurtçuya da rastlarız. Yukarı doğru bakarak, “madam bir şey lazım mı?” diye bağıran bakkal çırağı. Tünelle Karaköy’e ineriz. Köprüde balık tutanları seyrederiz. Uzakta sisleri içinde Yeni Cami. İnsanlar cıvıl cıvıl. İşte bunlar İstanbul demek Cemil. Geri döneriz. Galatasaray lisesine varmadan bir muhallebici vardı hani. Hatırladın mı? Orada çorba içer, tavuklu pilav yeriz. Sonra Lebon’da supangle ısmarlarsın bana. Bilirsin çok severim. Sade kahve içeriz. Oradan çıkınca Taksim’den Emirgan otobüsüne biner boğaza gideriz. Fazla esmiyorsa biraz yürürüz sahilde. Çınar altında akşam çayımızı yudumlarken karşı sahilde güneşin son ışıklarını seyrederiz. Birbirimize bakar gülümseriz, sen benim elimi sıkıca tutarsın. Gözlerimizi kapatır martı seslerini dinleriz. Tarabya’da balık yer, bir iki kadeh içeriz. Otelimize döndüğümüzde boğazın boynundaki ışıklı kolyeyi seyrederiz birbirimize sarılarak. Söz veriyorum ağlamayacağım.
İkinci gün sabah erkenden Sultan Ahmet ve Ayasofya. Son resimlerini gösterdi kızım. Meydanı fena düzenlememişler. Geceleri ışık ve ses gösterisi de yapıyorlarmış. Simitlerimizi yeriz meydanı gezerken. Nereden baksan iki bin yıllık tarih var orada. Beyazıt’tan kapalı çarşıya gireriz. Orası da başka bir alem. Işıltılar içinde bir dünya. Bir koşturmaca ki sorma gitsin. Çarşının uğultulu sesleri kulaklarımda. Kuyumcular, antikacılar, halı kilim satanlar. Şerbetçiler, piyangocular. Dolaşa dolaşa Eminönü kapısına yaklaştığımızı burnumuza gelen baharat kokularından anlarız. Kışın boğazımız ağrıdığında annemin yaptığı tarçınlı, zencefilli, karanfilli çayları hatırladım. Kırmızı, hafif acımsı. Limon sıkardı annem iyi gelir diye. Sonra Sirkeci’de bir esnaf lokantasında mercimek çorbası içer, pilav üstü kuru yeriz. Karnımız doyduğunda garsonun getirdiği tavşan kanı çay ne kadar güzeldi. Eminönü’nden vapurla Kanlıca’ya doğru yola çıkarız. Sağlı sollu iskelelere, yalılar, bazısı harap vaziyette. Deniz havası, vapur düdükleri, çevremizde uçuşan martılar. İşte İstanbul Cemil, duyuyor musun? Küsme bu şehre lütfen. Hala güzel. Tut elimi, benim sevincim sana da geçsin. Mağrur Rumeli Hisar’ın karşısındaki sessiz, çekingen ve kavruk Anadolu Hisarı beni her zaman hüzünlendirmiştir. Sana da öyle gelmiyor mu? Baksana şuna, sanki perişanlığı görünmesin diye saklanıyor. Gün biterken Salacak’tan Kız Kulesi’ni ve İstanbul siluetini görmek istiyorum hayatım. Lütfen acele edelim. Gurubun bu renkleri içimi yakıyor sanki. Mutluluk veren bir hüzün tablosu. Bir gün daha geçti ömrümüzden. Uzaklardaki Süleymaniye muhteşem görünüyor. Bak bak Galata Kulesi ışıklar içinde. Karaköy’de balık ekmek yiyelim mi? Kırmızı soğanla. Ne dersin? Beni kırmayacağını biliyordum. Çocuk gibi oldum değil mi? Canım benim. Seni gerçekten seviyorum, hem de çok. İyi bir insansın. Senin yanında rahatça şımarabiliyorum. Sonra otelimize gidip dinlenelim. Yarın daha çok yorulacağız.
Son günü şöyle planladım Cemil. Beşiktaş’tan vapurla prens adalarına gidilecek erkenden. Burgaz adada kahvaltı, Büyük adada payton gezisi, Halki Palas’ta öğle yemeği. Otelin terasında biraz dinlenip denizi seyrettikten sonra akşama Kumkapı’da akşam yemeği, meyhanede. Mezeleri çok özledim. Hele uskumru dolmasını. İnşallah mevsimidir. Hatırlar mısın son gelişimizde Kör Agop’un meyhanesine götürmüştün beni. Cimri adam, her şeyi tadımlık veriyordu. Lakerda, midye tava, karides güveç tereyağlı. Enfesti. Adamın kedisinin gözü de kördü fark ettin mi? İstanbul’daki bu son gecemizde anason kokmak istiyorum Cemil. Sakın bana engel olmaya kalkma, tamam mı? Bu akşam şöyle gönlümce keyif çatmak, elli atmış yıl öncesinde Samatya’daki evimizde, on yaşındaki Katina’nın babasının rakı masasındaki halini hatırlayarak, başını arkaya çevirip mutfaktaki anneme, Marika nerede kaldı bizim kalamarlar, diye seslenişini yeniden duymak istiyorum. Söz veriyorum ağlamayacağım. Ama ya göz yaşlarım beni dinlemezse.
Yemekten sonra hemen kalkalım Cemil. Geç kalmayalım. Bizi Galatasaray’daki balık pazarı bekliyor. Baksana Nevizade’ye, ışıl ışıl. Yaşlı, genç herkes demleniyor ufak ufak. Manavlar, balıkçılar, her yer rengarenk. Şöyle durayım da bir resmimi çek lütfen. Burası başka bir dünya, çok seviyorum balık pazarını. Çok az tadına bakacağım kokoreçin. Merak etme midem sağlam. İki de midye dolma aldım mı tamam. Yeni çekilmiş kahve kokusunu alıyor musun? Kuru kahveci Mehmet Efendi bu. Mis gibi. Nerede olsa tanırım. Bizim Atina’nın kahvesine benzemez. Koyu kavrulmuştur. Birkaç paket alsak mı? Taksim meydanı ışıl ışıl. Çok eskiden bu meydanda orkestralar çalardı. Mustafa Kemal müziğe, sanata önem verirdi. Geçmişte kaldı o günler. Şimdi kimse birbirinin yüzüne bakmıyor, herkesin bir acelesi, telaşı var. Bunları görsem bile sana hak vermek istemiyorum Cemil. Sonunda otelimize geldik. Hay Allah, gördün mü? Piyer Loti’ye çıkamadık, Eyüp Sultan’da dua edemedik. Ömrümüz varsa bir daha ki gelişimize inşallah.
Sevgili Katina’mı uzun süren bir hastalıktan sonra dün toprağa verdik. Tüm aile kilisedeki törenin ardından sahildeki lokantaya geldik. Onun sevdiği tüm mezeleri ve yemekleri ısmarladık. Masayı donattık. Tam aşkımın istediği gibi. Bir de büyük Uzo açtık. Neredeyse hiç konuşmadan kalplerimizde onu yaşayarak yemeğimizi yedik. Ertesi gün büyük kızım Amerika’ya, küçük kızım da Fransa’ya gidecekti. Kahvelerimizi içerken yastığının altında bulduğum bu mektubu okudum çocuklarıma gözyaşları içinde.