Havada tek bir bulut yoktu. Ilık ılık esen lodos toplamış götürmüştü hepsini. İnsanın içini ısıtan, karanlık kış günlerine inat, pırıl pırıl bir güneş vardı. Bugün vapur çıkışına kuracaktı tezgâhını Hasan usta. Soğukların ara verdiği böyle güzel havalarda kalabalık olurdu vapur çıkışları. Kışın eve hapsettiği insanlar sokağa atardı kendini.
Nohutları da kattı tavuklu pilavına. Küçük bir dağı andıran tepsiyi güçlükle taşıdı ve camında “Nohut Pilav 10 TL” yazan ekmek teknem dediği, üç tekerlekli, kırmızı güllerle süslü beyaz el arabasına yerleştirdi. Camlar buğulandı pilavın sıcaklığından. Ayranları da iskeleye yakın marketten alırım diye düşündü. Saat on bir gibi orda olmalı ve güzel bir yer kapmalıydı. Üç tekerlekli arabanın yan tarafındaki çengele de küçük radyosunu astı. Radyoyu açıp yola düştü. Her zaman dinlediği arabesk kanalının müzikleri sardı etrafını. Acele etmesi gerekiyordu. Hızlanmaya çalıştı fakat arabanın ağırlığı ve yarım saatlik yolu düşününce başlarken yoruldu. Çaresi yoktu artık daha fazla para kazanması gerekiyordu. Dükkândan bozma bir buçuk odalı evinin kirası artmıştı. Bir de kendi gibi olmasın, bir meslek sahibi olsun diye okutmaya çalıştığı oğlu beden eğitimi dersi için eşofman, kitaplar için para istiyordu. O arada radyoda Müslüm baba söylemeye başladı. Sesi biraz açtı.
Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım
Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım
Arar bulur muydun beni beni
Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım
Şarkının sözleri onu karlı dağların arasındaki köyüne, isteyip alamadığı güzel gözlü yavuklusuyla geçirdiği zamanlara götürdü. Burnunun direği sızladı.
Arabanın önünden kaçan kara kedinin miyavlamasıyla kendine geldi. Akşamları da eskisi gibi iş olmuyordu her akşam gittiği Tarlabaşı’nda… Şehir şantiyeye döndüğünden Beyoğlu’nu görmeye gelen inşaat işçileri, sinemaya gelen öğrenciler, İstiklal’in arka sokaklarında pansiyonlarda kalan parasız turistlerdi müşterileri genelde. Dediklerine göre kriz vardı. İşsiz kalan işçiler köylerine dönüyorlardı birer birer. Patlamalardan sonra azalan turist sayısı, kapanan sinemalar onun müşterilerini de azaltmıştı. Bazı günler tepsinin yarısını ancak satabiliyordu. Allah’tan avlu komşusu uyanık aşçı yamağı, kalan pilavı ertesi gün çorba yapılmak üzere çalıştığı lokanta için alıyordu da, en azından zarar etmeden günü kapatıyordu.
İşte iskele göründü. Bugün tahmin ettiği gibi ortalık epey kalabalıktı. İskelenin tam karşısına arabasını yerleştirdi. Ayranların bir kısmını, kâğıt peçeteleri, plastik tabak ve kaşıkları servis kolay olsun diye arabanın üstüne dizdi. Hava sıcaktı, montunu da alta sakladı. Bembeyaz önlüğüyle artık hazırdı. Bağırmaya başladı:
“Nohutlu pilav on lira”
“En lezzetli pilav burada”
“Yemeyen pişman olur”
Bir anda müşteriler etrafını çevirdi. Pilavın nerdeyse yarısı bitmişti. Arabanın altındaki ayranlardan bitenlerin yerine yenilerini çıkarmaya fırsatı bile olmadı. Etrafındaki kalabalık hiç azalmıyordu. Bugün iyi kazanacaktı belli. Güneş tam tepedeydi. Eğilip kalkmaktan ter içinde kalmıştı ama hiç şikâyetçi değildi.
Bir an ağanın oğluyla evlendirildiği için kavuşamadığı yavuklusuna benzettiği, sarı uzun saçlı, mavi gözlü, ay yüzlü kıza pilav tabağını verdi, ayranı almak için dizlerini hafifçe kırmıştı ki o sırada buğulu camların ardından kalabalığın yarıldığını, üniformalı aksi adamın pilav arabasının dibinde bittiğini gördü. Copu elindeydi. Panikle fırladı. “Amirim sakın yapma! Kulun kölen olayım.” deyip kendini arabanın önüne attı. “Laftan anla be adam! Seni bir daha buralarda görmeyeceğim, demedim mi?”
Yalvarmalarını duymuyordu bile. Cop büyük bir şangırtıyla arabanın üst camını patlattı. Sonra yan cama vurmak için hamle yaptı. Hasan usta engel olmak istedi fakat geç kalmıştı. Patlayan cam her yere fırladı, sol yanında yüreğindeki gibi bir acı hissetti. Arabaya tutunmaya çalışırken kırılan camların pilav tepsisine en az nohutlar kadar dağıldığını gördü. Gitti bugünkü hasılat diye düşündü. Tutunduğu yerdeki cam kırıkları da parmaklarını kesmiş, akan kanlar pilavı kırmızıya boyamıştı. Sancıyan yerden bir sıcaklık aşağıya doğru ilerliyordu. Bacakları onu taşıyamaz oldu, dizlerinin üstüne çöktüğünde beyaz önlüğünün sol yanının da pilav gibi kıpkırmızı olduğunu fark etti. Birden her şey karardı ve yere yığıldı.
Birileri bağırıyordu: “Ambulans çağırın! Adam ölüyor!”
“Dokunmayın! Bıçak gibi saplanmış cam parçası, dalağı parçalamış olmalı baksanıza kan gölü burası.”
Bu arada zabıta memuru donmuş kalmış, biraz önce pilav arabasının camlarını kırmak için kullandığı copunu yere düşürmüştü. Kulakları uğulduyor, etrafındaki insanlar sanki hızla dönüyorlardı. Yüreği sıkışıyordu. İşini yaparken katil mi olmuştu? Etrafını saran insanlar söylenmeye başlamıştı: “Ne yaptın be kardeşim garibana! Ekmek parası için çabalıyorlar yazık değil mi?” “Öldü mü? Öldü mü?”
Bu arada siren sesleri duyuldu, ambulans bu sefer vaktinde gelmişti. Sedyeyle kalabalığı yararak ilerleyen hemşire “Ne oldu burada?” diye sordu.
Kalabalığın içinden bir ses “İş kazası!” dedi.
Bu arada radyodan Orhan babanın sesi duyuluyordu:
Batsın bu dünya, bitsin bu rüya
Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun
Dolmamış çileler, yaşanmamış dertler
Hasret çeken gönül, benim mi olsun