Eşya kolilemekte bir ustadır Gamze. Tüm evin eşyasını bir yemek vakti, bir kahve keyfi kadar kısacık sürede, çabucacık toplayıverir ki şaşarsınız. Hem öyle her eline geçeni kolilere yığmak da değildir yaptığı. Üzerinde “mutfak” yazılı kolide kap kaçaktan başka bir şey bulamazsınız. Ayrıştırmak, adlandırmak, saklamak çocukluktan edindiği alışkanlığıdır. Taşınmayı da sever üstelik bir yerden bir yere. Daha eşyaları toplarken başlar kendini gideceği yeni yerin içinde görmeye. Daha kapanmadan açılır koliler. Seçilir duvarlara asılacak çerçeveler. Her yeni evde de değişir duvarda yerini alacak resimler. Sevmez yeni yere eskileri dizmeyi. Ben onun uğraşmasından sıkılır, kızar söylenirim bazen, “Her seferinde bıkmadın şu çerçevelere resim seçmeye çalışmaktan. Asıver işte aile fotoğraflarından öylece,” diye. O ise hemen itiraz eder, “O fotoğraflar doldurmasaydı miladını, biz eski evimizde oturmaya devam ediyor olurduk,” diye. Yorulmasın isterim oysaki anılarıyla. İçi boş çerçeveler zar zor yakalanmış mutlu görünen birkaç anıyla doldurulamayacak, anlasın isterim. Belki de bildiğinden sürekli uğraşır yeni fotoğraflar seçebilmek için. Bir müddet sonra hatırlar o mutlu gözüken anların ardındaki çığlıkları. Yükselen sesleri ememeyen duvarları, çocukken tanıştığı korkuları…
Düğünde kulağıma fısıldadığı cümleyi hatırlarım, o ne zaman böyle telaşla evin içinde dolansa, “Birbirimizi hiç korkutmayalım!” Korktuğu şeyler telaşlandırır onu. Evlilikten de korkmuştu o zaman. O telaşla sarılmıştı bana ilk dansımızda sıkı sıkı. Sırf bu yüzden ne zaman kavga edecek olsak kısılır sesim. Gamze’ye gösteremesem bile, çocukluğuna şefkat gösteririm…
Yine bir eli annesinden kalma inci kolyesinde dolanıyor, bir yandan unuttuğumuz bir şeyler olmasın diye etrafı kolaçan ediyordu. İnsan yorgunken bile güzel olabilir miydi? Hep güzeldi Gamze. Saçlarını taramaya fırsat bulamayıp alelacele toplamışken, cam kenarında aheste aheste sigarasını içerken… Fakat en çok da gülerken güzeldir Gamze. Bunu görmüş olacak ki babası, yanağındaki çukurun hakkını verebilsin diye adını da vermiş Gamze’ye. Ben de söz vermiştim ona gamzelerimiz hiç eksilmeyecek yanaklarımızdan diye. Meğer sadece ben yetmezmişim o gamzeyi çıkarmak için gün yüzüne. Annesinden yadigâr inciler ağır gelirmiş meğer Gamze’min boynuna. Meğer bu yüzden dolanırmış elleri ne zaman telaşlansa boynunda. Ben çekip çıkarmalıymışım boynundan o zinciri meğer fark edememişim. Meğer babasından yadigâr diye ismi, çıkarmazmış gamzelerini meydana. Mutluyken bile yarım yarım gülmeye gayreti bundanmış meğer, bilememişim. Aradığı bir şeyler varmış Gamze’nin. Bu yüzden hiç eksik olmazmış koliler evimizden. Oradan oraya sürüklenip durmamız hep bu yüzden…
Keşke hiç gitmeseydik o eve. Gitmeseydik, hatırlayamayacaktı o evdeki son çığlıkları. Annesiyle babasının bir akşam yemeğine daha eşlik eden kavgalarını… Kendisinin varlığını bile unuttuklarını. Kaçtığı odaları hatırlamayacaktı. Ama gitmek istemişti Gamze. Kanırtmadan kapanmayacaktı yarası… O gece sesler duvarları aşınca yan komşuları, annesinin ahretliği Ayla teyzesi gelip almış Gamze’yi. Komşulara kadar seslerinin gittiğinin ayrımına varınca biraz durulmuş annesiyle babası. Annesi sofrayı toplayıp çay suyu koymuş ocağa. Tabii kadınlar kırgınken bitmez tencere tavayla kavgaları. Annesi de hıncını alamayınca bırakmış bulaşıkları, dönmüş salona. Gözlerinin alevlerinden görmemişler etrafta olan biteni. Birbirlerinin çığlıklarından duymamışlar başka sesleri. Taşmış çayın suyu ocağa. Söndürmüş ocağın ateşini. Anne ve babasının birbirlerine hırsları o kadar bitmek tükenmek bilmemiş ki, duymamışlar eve dolan gazın kokusunu hiç biri… Gamze oynamış bütün akşam Ayla ablasının kızı Gülşah’la. Çay saati yapmışlar beraber pembe oyuncak fincanlarıyla. Geri döndüğünde ise hiç olmadığı kadar sessizmiş evleri…
“Keşke” demiş Gamze, “keşke hiç gitmeseydim komşuya o gece.” Belki o evde olsaydı duyacaktı çay suyunun taştığını. Ya da belki bir müddet sonra fark edip çocuklarının varlığını vazgeçecekti anne babası kavgalarından. Ben de keşke dedim Gamze’ye. Keşke hiç gitmeseydik o eve. Bıraksaydık, öylece içinde kalan eşyalarla kime satılacaksa satılsaydı. Keşke kaldırmasaydı yarasının kabuğunu, kanatmasaydı. Hatırlamasaydı Gamze’m. Belki toplanmayacaktı o zaman eşyalarımız tekrar kolilere. Kaçmak istemeyecekti bu şehirden. Ben Gamze’me, Gamze’min yanağı çukuruna hasret kalmayacaktık.
Eli hala boynundaki incileri bir o yana bir bu yana sürüklerken bana dönüp, “Gidebiliriz artık. Her şey tamam. Vanaları, camları, elektrik şalterini de kontrol ettim.” dedi. Bense hiç hazır değildim gitmeye. Gamze’nin ta çocukluktan tanıştığı korkularla ben daha yeni tanışacaktım ve bunu hiç istemiyordum. Anladı ayaklarımın parkeye mühürlendiğini, kıpırdayacak mecalimin kalmadığını. Dikti gözlerime, yorgunluğunun ışıltısına mani olamadığı çakır gözlerini, “Biliyorum. Keşkeler biriktirmek, meğer demekten daha kolay. Pişmanlıklarımızın, eksikliğimizin üstünü çok da güzel örtebilir oysa keşke. Yanlışlarımızı üstlenmemize gerek kalmadan savuşturabiliriz başımızdan bir keşke ile. Vicdanımızı rahatlatabilir, yaptıklarımızın veyahut yapmadıklarımızın farkına vardığımızı sanabiliriz. Keşke ile başlayan bir cümle ile affedebiliriz kendimizi ya da birbirimizi. Unuttuğumuz bir şey var oysa. Keşkelerle örtülmüş her şey bir gün bir meğerle çıkar gün yüzüne. İşte gerçek farkındalık, samimi vicdan meğerden sonra gelir. Meğer dediğimiz şeyleri anlamazlıktan gelme ihtimalimiz yoktur artık. Keşkelerin başında kavak yelleri eserken, meğer tam bir olgunluk halidir. Bir kere meğer dediyse insan bir daha keşke deme ihtiyacı duymaz artık. Pişmanlıklar yerini sorumluluk almaya bırakır. Bu yüzden kaçıyorum artık keşkelerden. Bilirim keşkelerimizin sonu hiç gelmeyecek. Bu yüzden meğer böyle olmalıymış diyorum artık. Şimdi kalkmalısın ayağa. Gitmeliyiz bu şehirden. Ardımızda kalmalı tüm keşkelerimiz.”
Terk ettik önce doğup büyüdüğümüz yerleri. Yeni odalar, yeni sokaklar, yeni insanlar edindik. Dizildi çerçeveler en güzel düğün fotoğraflarımızla süslenip duvarlara. Sonra inceldi bizim de duvarlarımız yavaş yavaş. Ben ona yetemediğimi fark ettiğimde kaybettim şefkatimi. Yükseldi sesim. Benim sesime karşı zamanla gardını aldı Gamze. Yıktı beni gün be gün sessizliği ile. Kaçamadık, saklanamadık bilindik sonlardan. Nihayetinde kavuşsun diye kendi gamzesine, ben vazgeçtim Gamze’mden. Son kez toplandı eşyalar. İkiye bölündü koliler. Gamze büyük bir titizlikle ayrıştırdı kendinden beni. İki kamyon yanaştı kapımıza. İşte o zaman fark ettim ben keşkelerin değersizliğini. Meğer insan kendine değer katan şeylerin kıymetini yitirmeden önce bilmeliymiş.