“Ayyy!!!” diye çığlık atamadım. “Ödüm koptu… Ne işin var senin burada,” diyemedim. Belli bir mesafeden daha yakın, eve yaklaşmaması gereken kocam mutfaktaydı. Kısık gözlerinden fırlattığı kin ve nefret dolu bakışları beynimi delip geçiyordu. Bunun için mi dilim damağım kurumuştu da gıkım çıkmadı, bilmiyorum. Sağ eli arkasındaydı. Elinde ne sakladığını ve az sonra olacakların hepsini biliyordum sanki! Mutfak tezgâhındaki bıçaklardan en sivri uçlu olanını, elimi uzatsam alabilirdim. Kısık gözlerinden birine -hangisi olursa artık- saplayabilirdim. Ondan daha atiktim. Elim varmadı. Kıpırdamadı bile. Elimi kolumu bağlayan neydi? Korku muydu? Oysa korku duymuyordum. Acaba ben korkumu algılayamayacak kadar donmuş kalmış mıydım? Çok hızlı ve hatta ömrümde hiç olmadığı kadar ayrıntılı düşündüğümü fark ediyordum. Bedenim kanını, canını, tüm devinim kabiliyetini ve bütün enerjisini o an, sırf beynimin hizmetine sunmuş, geri kalanı duyarsız boş bir çuval gibi kalakalmıştı orta yerde. Hâlâ ayakta nasıl dimdik durabildiğime şaşırdım. İyi ki öyleydi. Anladım ki düşmek de harekete tabiydi; hareket yoksa… Düşme de olamazdı.

Onun kısık ve karanlık gözlerinden kendime bakınca, gördüğüm sadece soluk yüzümdeki kocaman gözlerimdi. Onun karanlık gözlerinin çukurlarında bir şeyler arıyor gibiydiler. Az sonra yapacaklarının bir sebebi olmalıydı. Neyse o vahşi gözlerde gizlediği onu bulmak için olağanüstü bir gayret ve dikkatle bakıyordu gözlerim. Hayır bulamadım… Oralarda hiçbir şey yoktu! Her ne ise o şey, daha derinlerde, beyninin karanlık mahzenlerinde gizlenmiş olmalıydı. Gözleri bir şeyleri saklamak için kısık değildi. Benden neyi niçin saklasındı… Ben kimdim… Neydim ki onun için? Kin ve nefretini daha tazyikli fışkırtmak içindi. Bahçe hortumunun ucunu sıkıştırır gibi… Acıtmanın, delmenin, kesip doğramanın, sadece ilk provasıydı. Gözlerini kısması, kaşlarını çatması, ağız çizgisinin her iki ucunu yere doğru eğmesi, biraz da beni korkutmak içindi… Kim bilir? Hayata karşı başedemediği, aklı sıra herkesten gizlediği korkusunu üzerime salmak hamlesiydi. Ama bütün bunları, hayvansı bir içgüdü ile yapıyordu. O anda içimdeki boşluğun, nafilelik duygusunun ondan bana işte bu bakışlarla aktarıldığını fark ettim.  Ve ben, böyle birinin yönettiği bir yaşama razı olmuştum! Aklım, artarda düşünceler sıralıyordu. Bir şekilde vahşeti görmezden gelme gayreti miydi bu… Bilmiyorum.  Yaşama sevincim, amaçlar kümesinden seçip aldığım her ne varsa, bu boşlukta yitip gidiyordu. Ve bu yüzden şu anda korkuyu da hissedemiyordum. Nicedir, hissettiğim tek şey değersizlik duygusuydu. Hayatım, tüketilmesi zorunlu bir süre, katlanılması gereken bir angaryadan ibaretti. Bir amaç taşımadığı için içi boştu. Varoluşum şu anda “tamam mı, devam mı” ikilemi karşısındaydı. Belki de bu yüzdendi elimin alabileceği o sivri uçlu bıçağa bir türlü uzanmaması. Yaşamaya değmeyecek bir yaşamdı benimkisi. Yaşamımı yaşanmaya değmez bir yaşama dönüştürenlerden biri de Hayri’ydi. Sonra onu ve beni esir alan arkasındaki karanlık kümede neler, kimler yoktu ki? Ailesi, benim ailem, çevremiz, bulunduğumuz coğrafya, yönetişim ve üretim sistemimiz ve belki hep dendiği gibi “ötekiler” vardı. Kim demişti sahi “Başkası benim cehennemimdir,” diye! Ben, “kurbanın” kurbanı mı olmalıydım? Üniversite yıllarında hep mantıklı ve kararlı olan Nilgün’e ne olmuştu böyle? Şimdi görebildiğim kadarıyla, dışı alalanmış içi korku üreten karanlıkla dolu bu adamla nasıl birlikte olmaya razı olmuştum? Bütün bunları ne kadar çok düşünmüş ama doyurucu bir yanıt bulamamıştım.

Şu anda bunu bilebilecekmişim gibi bir duygu içimi ürpertti. Ama şimdi de vakit yoktu! Bu kader miydi? Değilse bu neydi? Hayatımın boşluğa doğru sürüklenişini nasıl olmuştu da durduramamıştım? Hep bir umut mu dikilmişti önüme? Var-yoklar, gel-gitler, oldu-olacaklar arasında kayıp giden zaman, nasıl oluyordu şimdi böylece donup kalıyordu?

Bekledim sadece. Duracak bir yaşamın son anlarıydı belki bu. Boş bir yaşamın trajik sonunu getirecek eli, hâlâ arkada gizleniyordu. Kıpırtısız bunca uzun bu süre, bende neden bir sabırsızlanma yaratmıyordu anlamadım. Tam bunları düşünürken, arkasında sakladığı eli hızla öne fırladı. Çelik bıçağın ışıltısı karnıma saplandı. Eli, dirseğine kadar karnıma girdi sandım. Kanırtarak içimde bekledi bir süre. Ağzının hareketini görüyor ama hiçbir şey duyamıyordum. Aynı anda bir şeyler haykırıyor olmalıydı. Tuhaftır… Hiçbir acı da duymuyordum! Sarsıldım. Mutfak tezgâhına yaslanarak dengede durabildim bir müddet. Eli defalarca girdi çıktı karnıma. Nefes alamadım. Dizlerim önce titremeye başladı, sonra kıvrılarak bükülmeye…

Dizlerimin üzerine çökerken, yine de can havliyle ona tutunmaya çalışan elim, pantolonunun cebine takılı kaldı. Önünde diz çökmüş halim ağrıma gitti. Son bir gayretle soluklanmaya çalıştım… Olmadı. Hırsla beni geriye doğru itti, sırtüstü yere düştüm. Mecalsiz son gayretim, bir gıdım nefesi ciğerime yetiştirdi. Bıçak ciğerime saplanmamış demek diye düşündüm. Gevşedim ve kendimi zifiri bir karanlığın kollarına bırakıverdim. Hatırladığım son şey susamışlığımdı. İçim, susuzluktan kavruluyordu…

AYGÜN:

“Börek, çörek gibi şeyler sipariş etmiştim. Nerede kaldı diye pencereden bakarken birden Hayri’yi gördüm. Hızla uzaklaşıyordu. İçime kurt düştü. Eve yaklaşması bile yasak olan bu adam, bi’ haltlar karıştırmış olmasın sakın dedim. Fırladım. Zili çaldım çaldım açmadı Nilgün. Mutlaka bir şey oldu dedim. Aklıma gelen duaları artarda sıraladım. Bahçeye koştum. Nilgün’ün mutfağının, bahçeye açılan kapısı vardı. Kapı açıktı.  Yıldırım gibi içeri daldım. Nilgün, yerde kanlar içinde hareketsiz yatıyordu. Allahtan ambulans çabuk geldi. Hastaneye yetiştirdik! Kurtulma şansı yüzde yirmi dediler. Allahım ne olur yaşasın arkadaşım. Ta üniversite yıllarından beri tanırım Nilgün’ü, dünyalar tatlısı bir kızdır. Bu genç yaşında ölmemeli!”

HAYRİ:

“Allah şahidimdir Nilgün’ü çok seviyorum. Dünya bir yana, karım Nilgün bir yana… Ölesiye seviyorum abi. Cuma namazında Allaha yalvardım. Bana inansın, güvensin karşımda kapı duvar durmasın diye.  Kaç kere dil döktüm, bana bir şans daha ver diye! Donuk ölü yüzüyle, tepkisiz öylece durdu her seferinde. Kızsaydı, bağırsaydı… Üzerime bir şeyler fırlatsaydı ne olurdu ha? Ne olurdu? Delleniyorum o haline… Çıldırıyorum! Dinim, imanım, aklım başımdan uçuveriyor. Ne yaptığımı bilemiyorum. Hele, evinde oturmak yerine illa da çalışmak istiyorum diye diretmesi yok mu, beni deli ediyor. Elimde değil, fıttırıyorum.

Başka bir yerde çalışmak bana göre değil, hele karım için asla! Birkaç iş batırdım ama ailem varlıklı ve nüfuzlu. Neyini eksik bıraktım, ne istedi de almadım? Arkadaşlarımın eşleri, evli kız kardeşlerim nasıl itaat edip oturuyorlarsa, sen de itaat et, kır dizini otur evinde… Çalışmak senin neyine dedim… Dinletemedim!

Karımı çok seviyorum abi… Çok!”