(Heinrich von Kleist’ın yaşam öyküsünden ilhamla)
Tozlu topraklı yolda minik çakıl taşları sandaletlerinin altında yuvarlanıyor, yokuş aşağı inerken dengesini yitirmesine sebep oluyordu. Bu kadar ünlü bir yazarın mezarı için hiç tabela konulmamış olması şaşırtıcıydı. Yine de yakında bulacağını hissediyordu. Tarif ettikleri büyük meşe ağacını geçtikten sonra sağdaki patikayı takip etmişti. Az önce boynunda fotoğraf makinesi ile gördüğü uzunca adam da buradan indiğine göre demek ki doğru yöndeydi. Yazar K. ile sevgilisi H. de elli yıl önce bu patikadan mı geçmişlerdi acaba? El ele mi tutuşuyorlardı, yüzleri endişeli mi yoksa neşeli mi görünüyordu ölüme giderlerken? İnsan doğmayı seçemediğine göre ölmeyi seçebilmesi ayrıcalığı değil miydi? Onlar birlikte ölmeye karar vermişlerdi.
Patikanın bittiği yerde, taşlı küçük bir sahili olan koya ulaştı. Hava rüzgarlıydı. Dalgalar bıkıp usanmadan her seferinde daha hırçın bir şekilde kayalara vuruyordu. Kendi ruh halini yansıtıyordu bu manzara. Dışarıdan durgun saydam bir deniz gibi görünürken içindeki yoğun duygular, öfke nasıl da hırpalıyordu onu. Kibarca cevaplar verdiği kaba patronuna, gürültücü komşularına, markette önüne geçen kadına, pis bakışlarıyla taciz eden manava içinden avaz avaz bağırıyor, etmediği hakareti bırakmıyordu. Hatta onları tekmeliyor, elindekileri fırlatıyor, suratlarına tükürüyordu. Eşine karşı ise öfke bile duyamıyordu uzun zamandır, hissizdi. Aşkın, sevginin zıttı nefret değilmiş meğer. Aynı evi paylaşıp birbirlerine aldırmadan yaşıyorlardı.
Etrafı koyu yeşil çirkin demir parmaklıkla çevrili yan yana iki mezar taşı az ilerisindeydi. Adamın fotoğraf çekip gitmesini beklerken, oyalanmak için karabaş otlarından toplayıp kokladı. Görünüşe göre adamın hiç acelesi yoktu, sigarasını yakmıştı. Mezarlığa yaklaşan kadına “Hikayeyi biliyor olmalısınız.” dedi. Kadının belli belirsiz “Evet biliyorum“ cevabına aldırmadan anlatmaya başladı. “Tam burada yazar K. önce karısını vurmuş göğsünden, sonra kendi kafasına sıkmış. Daha otuz yaşlarındalar. Ne aşk yahu. Eşi kanserden ölecek diye adam kendini de öldürüyor.”
Kadın adamın teklifsizce ve içten konuşma tarzı karşısında cesaretlenerek, hiç niyeti yokken sohbete başladı adamla. Onu daha önce görmediğine emin olsa da; gözleri, bakışları sanki uzun zamandır tanıyormuşçasına güven ve huzur veriyordu kadına.
“Aslında hikaye biraz daha farklı. Bu şekliyle daha dramatik ve akılda kalıcı ya da evlilik kurumu yüceltilmiş oluyor belki de. Yanındaki kadın eşi değil. Yazar K. hayatı boyunca yalnızlık içinde yaşamış ama ölüme giderken yanında birini istemiş, sevebileceği bir kadını. Önce kendi nişanlısına evlilik teklif eder gibi birlikte ölmeyi teklif eder, reddedilince arayışına devam eder. Yalnızlığını ve mutsuzluğunu kendine yakın bulduğu müzisyen H. ile tanışır. Evli ve çocuklu bir kadın olan H’nin çaresiz bir hastalığı olduğu sanılmaktadır. Beraberce bir hafta sonu buraya gelirler ve gerisini biliyorsunuz işte.”
“Çok güzel anlattınız. Ben yine de insan neden ölmek ister anlamıyorum. Hele de böyle güzel bir yerde ölünür mü? Baksanıza şu denize, güneşe, nasıl bırakılıp gidilir?”
“Size aydınlık, ferahlık veren güneş, başkasının canını yakıyor olabilir. Yaşamak acı verir bazısına.”
“Şiir gibi konuşuyorsunuz. Şair misiniz yoksa?”
Kadın güldü, eliyle havaya bir yarım daire çizdi “hadi canım siz de” dercesine.
“Yazdıklarıma şiir bana şair denilir mi inanın bilmiyorum. Kimsenin haberi yok yazdıklarımdan, eşimim bile. Ona sorsalar bir köşede pıtır pıtır bir şeyler yazıyor der.” Kendine kızdı, nedense bir eşi olduğunu söyleme ihtiyacı duymuştu. Adamdan etkilendiğini saklamak içindi belki de.
“Evlisiniz demek.”
“Buna evlilik denirse evet.” Dilini tutamamıştı işte, şimdi de evliliğinin yürümediğini açıklayıp, açık kapı bırakıyordu. Konuyu değiştirmek için aceleyle.
“Fotograf çektiğinizi gördüm az önce.”
“Evet ama tam istediğim gibi olmadı. Işığın açısının değişmesi için biraz daha bekleyeceğim.”
“İnsanın sevdiği işi yapması güzel olmalı.”
“Sevdiğimi nerden çıkardınız. Benden ne istenirse onu yapıyorum. Şimdi de mezar taşları projesi var. Tabii ki sevdiğim yönleri yok değil mesleğimin. Akşama kadar ofis gibi yerlerde oturmak bana göre değil ama bana kalsa sadece böceklerin fotoğraflarını çekerdim. Siz ne yapıyorsunuz şiir yazmak ve mezarları ziyaret etmek dışında.”
“Para kazanmak için yaptıklarım o kadar sıkıcı ki, dinlemek istemezsiniz. Akşama kadar ofiste oturmak beni sıkmayabilirdi eğer kendi halime bıraksalardı tabii ki. Bana öğretilmiş bir rolü oynamaya çalışıyorum devamlı olarak, oyun bitmiyor, alkışlayan da yok zaten.”
“Yine şiir gibi konuştunuz. Ümitsiz olmamak gerek, hayat sürprizlerle doludur.”
“Benim hayattan fazla bir beklentim yok. Aslına bakarsanız ölmeye cesaretim olmadığı için yaşıyorum denilebilir.” Geçenlerde yazdığı bir şiirini anımsadı: Ölemediğim için yaşıyor ve yaşayamadığım için ölüyorum, her gün biraz daha.
“Yapmaktan zevk aldığınız pek çok şey vardır buna eminim. Sizi sevenler, sevdikleriniz…”
“Bundan o kadar da emin değilim. Buraya gelirken ne düşündüm biliyor musunuz, Yazar K bana teklif etse belki de kabul edebilirdim.”
Kadın yeni tanıdığı birine bu kadar çabuk açıldığı için utanmıştı. Başını denize doğru çevirdi, derin nefes aldı. Adam kadını inceliyordu. Rüzgarda uçuşan dalgalı kestane saçlarına, biçimli vücuduna baktı. Bu kadar güzel bir kadın neden ölmek isterdi ki? İçinden ona sarılmak, “ne yaşadıysan geçecek” demek geldi. Kadın o kadar narin ve korumasız görünüyordu ki, “bu kişi beni üzdü” dese adam hiç düşünmeden onun üstüne yürürdü. Ne diyeceğini bilemedi.
“Çok fazla ölümden konuştuk. Mezarlıkta başka ne konuşulur değil mi? Bu akşam ne yapıyorsunuz?”
“Pansiyonda olacağım.”
“Bakın ne diyeceğim, bu akşam yemeği beraber yiyelim. Yaz sonu buralar çok ıssız. İnsanın yalnız başına canı sıkılır. Ne dersiniz? Hem eşim de çok sevinir.”
Kadının içinde alazlanmaya başlayan ateş eşim kelimesinden sonra aniden söndü. Demek evliymiş. Tabii ya niye olmasın ki? Hem olmasa ne olacaktı? Aralarında bir şey…acaba olur muydu…yok yok… Kendi karanlığında onu da mı boğsaydı? Adam durmaz kaçardı zaten. Kimin kime tahammülü var bu dünyada?
“Şimdi gitmeliyim, başka zaman belki. Hoşça kalın.” Hızlı adımlarla yokuşu tırmanmaya başladı.
Adam arkasından seslendi: “Bir dakika isminizi bile bilmiyorum. O kadar konuştuk, tanışsaydık. Ben Çınar. Bu akşam sekizde İskele Lokantası’nda olacağız.”
Dönüp cevap vermedi kadın, kendi karanlığına doğru yürüdü.