“Modern çağda ölüm dramanın yitimidir. Kahramanca ölümün olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.”

Yukio Mişima

 

Yirmi Beş Kasım Bin Dokuz Yüz Yetmiş. Tokyo’nun Doğusu’nda konuşlanmış olan Otuz İkinci Garnizon, Ichigaya kışlasında büyük bir hareketlilik var. Olağanüstü bir durum varmışçasına sirenler çalıyor.

Genç subaylar karargâhın önündeki geniş avluya acil koduyla çağrılmışlar. Saat tam on bir buçukta General Mashita’nın avluya bakan odasının balkonundan bir konuşma yapılacağı söylentisi kulaktan kulağa yayılıyor.

Söylentiler doğru gibi, polis ve gazeteciler ön safları işgal etmeye başlamışlar. Ünlü yazar Mişima’nın Kalkan Derneği çatısı altında kurduğu özel ordusundan dört kişi (Morita, Furu-Koga, Ogawa ve Şibi-Koga) ile General’in odasını basarak onu esir aldığı askerler arasında hararetle konuşuluyor. Kalabalığın yüzünde hoşnutsuz ve kızgın bir ifade saklı; hiç kimse Japonya’nın bu sıra dışı yazarının yaptıklarına bir türlü akıl sır erdiremiyor. Kalabalık, fantastik ve akıldışı bir film sahnesinin içindeymiş gibi görünüyor. Özellikle subaylar ve polisler, ordu karargahının basılmasından, General’in alıkonulmasından ziyade, zırdeli bir hayalperest tarafından keyiflerinin kaçırılmasından ve günün bu saatinde rahatsız edildiklerinden dolayı öfkeliler. Subaylar daha fazla sabredemeyecek gibi duruyor. Hırıltılar, bağırışlar yavaş yavaş kendini belli etmeye başlıyor. Binanın içinde ise görevli bir Albay ve emrindeki askerler Mişima ve adamlarının delice şeyler yapmasını engellemek için ecel terleri döküyor.

Tam on bir buçukta, Binanın balkonunda çift tarafı düğmelerle bezeli, özel dikilmiş askeri üniformasıyla Mişima beliriyor. Ardında en yakın adamı genç Morita var. Mişima kalabalığı daha iyi görebilmek için balkonun betondan yapılma korkuluğuna doğru kendinden emin bir şekilde yaklaşıyor. Bir yumruğu havada, adeta büyük bir komutan edasıyla kalabalığı selamlıyor ve çok önceden hazırlandığı belli olan konuşmasına başlıyor. Kalabalıktan yükselen uğultu ve subaylarla arasındaki mesafenin uzaklığı yüzünden sesini duyurmak için neredeyse avazı çıktığı kadar bağırmak zorunda olsa da bu durum onun moralini bozamıyor aksine iştahını daha da artırıyor. Uzaktan tüm ihtişamıyla kendine has özgüveniyle sanki romanlarından fırlayıp gelen kahramanların tek bir bedende toplanmış hali gibi görünüyor.

Mişima, genç subaylara Japonya’nın savaş sonrası yaptırımlar yüzünden kapitalizme ve emperyalizme boyun eğmek zorunda bırakıldığını, büyük imparatorluğun geçmiş asil değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldığını, samuray ruhunun korunması gerektiğini, İmparator’a bağlılığın önemini, her şeyin ordunun gücü ve desteğine bağlı olduğunu haykırıyor ve sonunda “Askerlere benimle misiniz?” diye soruyor.

“İmparatorluğu eski parlak günlerine döndürmek için harekete geçmeye hazır mısınız?”

Buna karşın, aşağıda hararetli, öfkeli ve artık savaş sonrası dünyanın kendine has ilgileri olan genç subayları var. Mişima’nın sesini duyan az, sözlerini duyanların büyük bir kısmı ise yuhalamalara ortak oluyor. Saçmanın eylem hali, dramatik bir sahneye doğru evriliyor. Ülkenin üç defa edebiyat Nobel’ine aday olan şöhretli yazarının ruh durumu iyice bulanıklaşıyor. Güçlü imparatorluğun tekrar Tokugawa dönemindeki asil değerlerine dönüş hareketini başlatmak için giriştiği beyhude çabanın farkına daha fazla varıyor. Aslında bu bir şaşkınlık belirtisinden öte mevcut durumun kanıtı onun için. Bedenindeki tüm kaslar geriliyor; eserlerinde defalarca işaret ettiği, o erdemli sona doğru ilerlediğinin farkında. Misyonunu tamamlamış hissediyor. “Yapılması gereken yapıldı,” diye mırıldandıktan sonra tüm gücünü toparlayarak kalabalığa doğru “İmparatorum çok yaşa!” diye üç defa haykırıyor. Onun dışındaki herkes için maruz kalınan şimdiki zaman bir muamma olsa da meydana gelen her türlü olay Mişima için plan dahilinde; yüzlerce defa düşünülmüş, kelimelere dökülmüş ve yaşanmış geçmiş zamana ait.

Kalabalığın varlığını bir bakıma reddettiği Mişima, balkondan tekrar binaya girip gözden kayboluyor. İçeride olanlar ise oldukça trajik bir biçimde meydana geliyor. Bundan sonrası artık biraz düş, biraz kurmaca.

Mişima, odanın zeminine diz çöküp uygun pozisyonu alıyor. Üniformasının üstünü çıkarıp çıplak karnını yokluyor ve küçük bıçağını alıp bıçağın ucunu karnının sol tarafına, hemen göbeğinin üst hizasına doğru değdiriyor. General, her şeyin en yakın şahidi o sırada; elleri ve ayaklarından bağlı olduğu sandalyede, çaresiz bir şekilde yalvararak yazarı yapacağı şeyden vazgeçirmeye çalışıyor:

“Mişima, yapma lütfen, vazgeç! Her şey düzelir, her şeyin bir çaresi var!”

Mişima, General’i duymuyor gibi, sadece Morita ile göz göze geliyor. Birbirlerine duydukları coşkulu bağlılık ya da sonsuz güven değil söz konusu olan, son bir veda bakışı bu. Morita’nın elinde antika bir katana var. Söz verdiği gibi, hara-kiri gerçekleşir gerçekleşmez, seppuku ritüelini tamamlamak için ustasının kafasını bedeninden ayıracak ve arzuladığı gibi samuraylara yakışır onurlu bir sona ulaşmasına yardımcı olacak. Fakat, Morita o kadar heyecanlı ve üzgün ki, ellerinin titremesini bir türlü engelleyemiyor, ustasına söz verdiği gibi dirayetli ve cesur bir duruş sergilemekten çok uzak.

Ağlamaklı bir halde vazgeçmesi için yalvaran gözlerle kendisine bakan Morita’ya “bedenin ölümünden değil, ruhun ölümünden kork!” diye bağırıyor, Mişima. Sonra, karnına sapladığı bıçağı dümdüz bir çizgi halinde soldan sağa doğru geçiriyor; son bir hamle ile içeride çevirerek yukarı ve aşağı doğru yavaşça bastırıyor. Odadaki herkes dehşet içinde ve hamle sırası gelen Morita’nın cılız darbesi boyunda kesik açsa da yetersiz kalıyor. Morita’nın gözü kararıyor ve genç adam sendeliyor. Tam yere düşüp bayılacak gibi olduğunda, bunu gören Furu-Koga öne doğru atılarak Morita’nın elinden katanayı alıp ritüeli tamamlıyor. Morita yüzünü ters yöne çeviriyor; sanki göğüs kafesinin ortası parçalanacakmışçasına utançla karışık bir yürek acısı hissediyor. Furu-Koga görevini yerine getirdikten hemen sonra Katana elinde donup kalmış, diğer iki yaver ile General şaşkınlık içinde Japonya’nın en şöhretli yazarının yerde duran başına bakmamak için gözlerini kapıyor.

Kan ter içinde uyanıyorum günlerdir gördüğüm bu hüzünlü kabustan. Kırk beş yaşına girdiğim günden beri başı ve sonu hep aynı olan bir olay örgüsünün yarı uhrevi parçasıyım sanki. Bazen kalabalığın arasındaki fotoğrafçı, bazen de siper almış polis ya da genç subayım bu öyküde. Sahneler oldukça gerçekçi; her defasında o kadar derinden etkileniyorum ki, bir yazar olarak yazma eylemi ile aramdaki düşünsel mesafe aşılması mümkün olmayan büyük bir boşluk haline geliyor. Tüm bu kabuslar, yaratıcılığın yok olmaya yüz tuttuğu, fikirlerin bulanıklaştığı ve kelimelerin anlamsızlaşarak hiçleştiği içsel dünyaya doğru itilmeme neden oluyor.

Hiçlik, bir bakıma bedenime saplanan büyük bir bulantı, orada olduğunu bilmek bile beni yaralamaya yetiyor. Aklımı kör bir bıçak gibi kullanarak her gece kanlı bir seppuku töreni gerçekleştiriyorum.

Apaçık bir şekilde Yukio Mişima’ya rağmen yazabilmek imkânsız gibi geliyor: Yirmi üç yaşında yazdığı Bir Maskenin Anıları ile edebiyat dünyasını sarsan, Bereket Denizi dörtlemesi ile edebi gücünün zirvesine erişen ve öldükten sonra ardında otuz beş roman, yirmi beş oyun, iki yüz kısa hikâye bırakarak denemeleri sekiz ciltte toplanan muazzam bir deha, deha ama yalnız. Yalnız ve örselenmiş ruhuyla, sonuna kadar hak ettiği o onurlu finalin peşinde.

Yaşamına son verdiğinde aynı yaşta olduğumuz gerçeği ise cabası.

Üstüne çok fazla düşündüm. Sorular sordukça ve üstüne kafa yormaya başladıkça, yazdıklarında, söylediklerinde, oynadıklarında ve onun üstüne söylenilen, yazılan, oynanan tüm eserlerde ondan çok kendimi görmeye başladım. Bu, beni ona yakınlaştırmaktan öte ona eklemledi. Sonra, onun da içine hapsolduğu büyük boşlukla karşılaştım. Beni yavaş yavaş içine çeken boşlukla…

Kawabata, Mişima’nın ölümünden sonraki gecelerde defalarca kendisini ziyaret ettiğini ve büyük bir suçluluk, engellenemez bir üzüntü duyduğunu söylediğinde aynı boşluğa hapsolmuştu belki de. Sonunda, Mişima’dan yaklaşık iki yıl sonra o da kendi yaşamına son vermeyi seçti. Belli ki, boşluk onu da yanına aldı.

İntihar ettiği tarihten yaklaşık dört yıl önce kendisiyle yapılan televizyon röportajında Mişima, modern dünyanın alengirli ve düşkün çehresine inat samuraylara özgü bir asalete yaslanarak kendisi için onurlu ve kahramanca bir ölüm diliyordu. Ona göre, artık yitip gitmekte olan geçmişin kudretli değerlerini kavrayan “asil bir amaç için ölmek” ideali, belki de gerçekleştirilebilecek en onurlu ve kahramanca sondu. “Onurlu bir ölüm için… onurlu bir şeyin uğrunda ölmek için dua ediyorum. Fakat yanlış bir çağda doğmuş bulundum. Muhtemelen çok farklı bir sonun hayalini kurarak bir yaşam harcadıktan sonra yatağımda öleceğim,” diye hayıflanıyordu. Öyle olmadı. Tam da istediği gibi, inandığı asil bir neden için, kendi kurguladığı gibi ve yine tüm planlarını gerçekleştirerek hasta yatağında yaşlı bir yazar olarak değil de onurlu bir eylem adamı olarak yaşamına yön verdi.

Fikirlerin ve kelimelerin yetersiz kaldığı anda oluşan boşluk ve zorunlu eyleme geçme güdüsü.

Yazılan son eserin yayıncıya gönderilmek üzere zarfa konuşu, intihar ve kahramanın ölümü.

Beni her gece rüyalarımda ziyaret eden Japon dehanın onuruna, tüm olanları ve hissettiklerimi yazmayı başarabilirsem, inanıyorum ki belleğim özgür kalacak ve o büyük boşlukta bozulacak büyü.

Fakat her şeye rağmen, kim gerçekten tüm saflığıyla bilebilir asil bir amaç uğruna onurlu ölümü arzulayan hüzünlü bir yazarın hakikate varan yazgısını.